seçim süreci kızıştıkça herkes şapkasından tavşan çıkarmaya başladı. İnanılmaz iddialar, kafa karıştıran sözler,
tahrik edici davranışlar... Bir anda herkes anayasa uzmanı kesildi mesela. Kanunların çerçevesi zorlandı,
akıl almaz yorumlar yapıldı.
Ekran başına geçtikçe "
mikrofon şov"un cazibesine kapılanlar oldu. Değil birkaç ay ya da sene, birkaç saat önce söyledikleriyle çelişenlere de rastlandı. Ve bir kere daha görüldü ki; Türk aydınının duruşunda hâlâ
demokrasi boşluğu var. Bu boşluk, sıkıntılı dönemlerde ortaya çıkıyor ve devasa bir kara deliğe dönüşerek mantıklı konuşan adamları bile yutuyor...
Bu köşenin muhteva sınırlarına binaen
gazetelerin düştüğü durumu kaydetmek zorundayım. Abdullah Gül'ün adaylığı ile başlayan süreçte çok şeyler yazıldı, çok şeyler söylendi. Bilmem kimin aklına gelmiştir; bir anda
Özal'ın
Köşk macerasını gözler önüne seren
arşivler çıktı ortaya. Ne
manşetler atılmış, ne yorumlar yapılmış, ne senaryolar üretilmiş Allah'ım! İlginçtir; en kibar laf "
Hacı TÖ" diye başlıyor. "Halkın yüzde 71'i Özal'a hayır diyor", "
Cuma namazına her hafta gideceğim", "Anıtkabir'den cuma namazına", "Hacı
Turgut Özal bugün
cumhurbaşkanı seçiliyor"... Manşetler böylece uzayıp gidiyor. Bu arada görülüyor ki; o günkü muhalefetin öfkesi de
manşetlere taşınmış. Mesela Deniz Baykal'ın ağzından verilen iki iri puntolu haber: "Onursuzca indiririz" ve "Özal
sivil diktatör". Sadece bir gazetede ya da dergide değil; pek çok yayında Özal için çok ağır şeyler yazıldı. Korkular, endişeler köpürtüldü çoğu kez. Ancak, kâbus senaryolarının hiçbiri doğru çıkmadı. O zaman sormak gerekmiyor mu: Bunca kırıcı söze ne gerek vardı?
Üniformalı gazeteciler...
Anayasa Mahkemesi, CHP'nin teklifini kabul ettiğini ilan etti. Açıklamadan birkaç saat sonra TRT'de yayınlanan Enine Boyuna programına katıldık. Abdullah Gül'e sorular sorduk. Fehmi Koru'nun yönettiği,
Ergun Babahan,
Fikret Bila ve İsmet Berkan'ın katıldığı programda sıcak gündeme dair sorular yöneltildi. Laf lafı açarken Özal dönemine ait gazete başlıkları gündeme getirildi.
Dışişleri Bakanı Gül de şaşırmıştı. "Bana bu kadar ağır şeyler söylenmedi." diyerek teselli ile karışık üzüntüsünü dile getirdi.
İşte tam bu noktada durup bir kez daha düşünmemiz gerekiyor. Bu ülkede günün şartları ya da sıcak tartışmalarına kendini fazlasıyla kaptıran, ileride mahcup olacağı çok şeyler söylüyor, çok şeyler yazıyor.
Eminim, sağlığı döneminde Özal'a her defasında "Hacı TÖ" diye sataşanlar, bugün söylediklerine bin pişmandır; en azından o günkü şehevî hazzı bugün duymuyorlardır. Maalesef bu ülkenin insanları çabuk dolduruşa geliyor. Sonra açıyor ağzını yumuyor gözünü. Bir zaman sonra söyledikleri/yazdıkları kendilerine hatırlatılınca, sözün sahibi bile hayretler içinde kalıyor. Tabii bu arada olan olmuş, gönüller kırılmış, uçurumlar büyümüştür.
Gazetecilikte yazdıklarınız ve konuştuklarınız sizi kıyamete kadar takip eder. Arşiv dediğimiz hazine de budur işte. Bugün atılan bir manşet yarın yüzünüzün kızarmasına sebep olmamalı. Bugün yazılan bir
analiz ya da canlı yayında yapılan bir konuşma, yarın "Amma da art niyetli yazılmış/söylenmiş" denip yüzünüze çarpılmamalı.
Mesele sadece cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili değil; her konuda tarih, gazete ve gazeteciyi imtihandan geçirir. Hele konu demokrasi ise ve o demokrasinin üzerine gölge düşmüşse, daha dikkatli, daha titiz, daha duyarlı olmak zorundasınız. Üzülerek kaydetmek zorundayım ki; bu ülkede bazı gazeteciler, (neyse ki çoğunluk sayılmazlar),
darbeye, muhtıraya, askerî müdahaleye karşı özgürlükçü ve demokrat bir duruş sergilemiyor. Bu tırsak duruşun asıl sebebi korkuysa, anlaşılabilir hatta mazur görülebilir. Bu durumda tek
itiraz şöyle dile getirilebilir: Madem demokratik bir duruş sergileyecek fikrî bir cesaretin yok, git başka bir meslek icra et; hiç olmazsa kendini daha güvende hissedersin, toplumu da yanlış bir yöne sevk etmiş olmazsın.
Korkunun bir izahı olabilir. Hele bu duygu, bizim gibi defolu demokrasisiyle düşe kalka yürüyen ülkeler için irdeleniyorsa insanların ayıplanmasına gerek de kalmayabilir. Asıl vahim olan nedir, biliyor musunuz? Ufuktan antidemokratik bir ses yükselir yükselmez çekmecesinden zilleri çıkarıp oynamaya başlamak. Anlaşılmaz olan budur. 2007 Türkiye'sinde askerî darbe konuşmak kadar üzücü bir olay tahayyül edilemez. Askerimiz için de yıpratıcı bir süreçtir bu, siyasetimiz için de.
Medya için asıl yıpratıcı olan ise gizli üniformayla gazetecilik yapma teşebbüsüdür. Medya, kendi tabiatının gereği, daima özgürlükten, çok seslilikten, katılımcılıktan; hülasatul hülasa, demokrasiden yana olmak zorundadır...
İnternet çıkınca gazete arşivlerinin geri planda kalacağına dair düşünceler belirdi. Oysa gerçek bunun tam tersi. Bugün kaleme alınan bir yazı, binlerce mecrada kendine yer buluyor. Sadece yazılanlar değil; konuşulanlar da dijital arşivlerde korunuyor. Bu yüzden medya mensuplarının tarihle yüzleşme sınavı daha çetin bir hal almıştır. Bugünkü genel hissiyat antidemokratik çıkışları görünmez kılsa bile, emin olun ki, akl-ı selim meseleye hükmettikçe arşivlerden başka sonuçlar çıkacak ve tarihe başka notlar düşülmüş olacak. Bugün gazetecilik adına yapılan her şey tarihe geçiyor; kim, isminin faşizmin derin satırlarında yer almasını ister ki?
Medya binası mı, parti merkezi mi?
İnanması güç; ancak meseleyi bizzat yaşayan anlatınca buraya kaydetme lüzumu hissediyorum. Salı günü saatler 18.00'i gösteriyor.
Anayasa Mahkemesi kararını açıklamak üzere
Haşim Kılıç kameralar karşısına geçiyor. Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Kılıç önce bir giriş yapar ve şikâyetin gerekçelerini ifade eder. Söz, Mahkeme'nin verdiği nihai kararın açıklanmasına gelmiştir. Kılıç, Mahkeme'nin oyçokluğuyla (9'a 2 oyla) karar verdiğini açıklayarak CHP'nin 367 şartının geçerli görüldüğünü ifade eder. İşte tam bu noktada gazete çalışanlarından müthiş bir çığlık kopar. Kutlama sevincidir bu. Öyle ki; bu
manzaraya şahit olanlar yorumunu şöyle bir benzetmeyle açıklamak zorunda kalır: "Sandım büyük bir
futbol maçı oynanıyor ve tam o esnada gol atılıyor. Ancak bütün seyirciler sadece bir takımın taraftarı; karşıdan hiç kimse yok."
Söz konusu mekân bir medya kuruluşudur; o yüzden manzara yadırgatıcıdır. Ancak bir siyasî parti binasında rastlanacak bu tablo, gazete ve televizyonlara yayılırsa, medyanın objektif davranması düşünülemez. Bu durum, medyaya duyulan güveni iyice sarsar ve uzun vadede sıkıntıya sebep olur. Bizden söylemesi...
İrtica haberlerinde artış
Türkiye'nin kamplaşmaya doğru sürüklenmesi, ancak bu ülkenin düşmanlarını sevindirir. Herkesin konumuna ve hayat tarzına saygı duyularak geliştirilen çok sesli, çok kimlikli sosyal yapımızı yaşatmak zorundayız. Bunu parçalayacak davranışlardan da kaçınmak gerekiyor. Kim yaparsa yapsın; yanlış yanlıştır. Yanlışı doğru göstermek büyük bir hata olduğu gibi, onu genelleyerek insanlar üzerinde
baskı oluşturmak da hatadır.
70 milyonu aşkın bir nüfusun içinde yanlış bir tutum içine girerek sosyal ahengi bozacak kişiler, gruplar çıkabilir. Marjinal grupların abuk sabuk davranışları her kesimden yükselebilir; hatta bu durum provokasyon senaryolarında da kullanılabilir. Önemli olan, toplumu marjinal grupların peşine takmamak, sosyal çatışmayı doğuracak tahriklerden sakınmaktır. Son günlerde irtica haberlerinin yeniden ısıtılması, insan(lar)ın aklına kötü şeyler getiriyor. Oysa bugün birlik, bütünlük günüdür; ayrışma ve çatışma günü değil...