Diyarbakır ses verdi: Artık yeter

Hafta başında bölgeye çıkartma yapan, "Sine-i millete döneceğiz" diyen eski DTP milletvekillerinin Diyarbakır serüveni bir hafta bile sürmedi.

Diyarbakır ses verdi: Artık yeter

Haftanın son iş gününde Öcalan'ın iradesiyle Ankara'ya dönme kararını açıkladılar. Peki, bu arada ne oldu? 'İrademi onlara verdim, onlar da Öcalan'a verdiler.' diyor, biraz önce Ofis'te tanıştığımız taksi şoförü. Kürt siyasetindeki 'resmî' söylemi aşarak oy verdiği partisinin son günlerdeki tutumunu açık bir dille eleştiriyor. Daha ilk günden, sokaklarda görülen kargaşaya inat, şiddetle ve sokakla özdeşleşen siyasete mesafe dikkat çekiyor. Ve üstelik bu 30 yıllık tarih diliminde 'demokratik siyaseti' savunan örgüt dışı Kürt siyasetinden farklı olarak örgüt ikliminden çıkmış ama artık şiddetle bir yere varılamayacağı fikrini taşıyan yeni bir dalga var. Bunun sonuçları ilerleyen günlerde görülecek, hatta görüldü bile! Bağımsız milletvekilleri sine-i millete döndüklerinde, yani "Yeni hareket merkezimiz Diyarbakır'dır" dediklerinde, neredeyse bölgesel yeni bir siyaset fişeği çaktıkları bir anda, karşılarında 10 bine bile erişmeyen bir kalabalık buldular. Kürt siyaseti açısından son yılların en önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken fotoğrafıydı bu. Yüz binlerin dalgalandığı meydanlar, en dramatik bir anda sessiz kaldı. Ankara yolunda büyük bir oy patlamasıyla arkasında oldukları kişileri, dönüşlerinde yalnız bıraktılar. Üstelik Ankara'da 'demokratik açılım' meydan muharebelerine sahne olan açılım siyasetinin bölgede bir karşılığı var. 80'li ve 90'lı yıllardan farklı olarak devletin ve hükûmetin Kürt kimliğine dair açılımı, bölgede işkencelerin, faili meçhullerin bitmesi, yani şartların değişmesi, şiddete vehmedilen meşruiyetin de kalkması demek. "Demokratik yollarla kendimizi ifade edebileceksek, PKK'ya ne gerek var?" sorusu havada dolaşıyor. DTP kapatılmadan çok daha önce yaptığımız sohbette partinin önde gelen bir ismi "Eğer adam gibi bir Kürt siyaseti olsaydı, PKK da olmazdı. Bölgeye yaptığım seyahatlerde sivil Kürt siyasetinin güçlü baskısını gördüm." demişti. Öte yandan, bölgede Öcalan 'mit'i, silahlı örgütün kamuoyu gücü ve Kürt siyaseti üzerindeki hegemonyası hâlâ devam ediyor, şüphesiz. Öcalan'ın olaylar ve siyaset üzerindeki hâkimiyeti de açık. Ancak son olayda petrol için ülkeyi savaşa sokan para babası gibi algılandılar ve ilk kez bu hegemonya tartışılıyor. En çok da Kürtler, hatta bizzat Kürt siyasetinin içinde olanlar ve önde gelenler tarafından... PKK nazikçe eleştiriliyor. Yani artık PKK'ya karşı en büyük tehdit, sivil siyaset konusunda inancı pekişen Kürtlerden geliyor. Şimdi PKK'yı ya da silahlı mücadelenin devamını savunan sayıca az ama güçlü bir kesimle 'artık o dönem bitmiştir' diyen sessiz bir çoğunluğun derinden mücadelesi var. Bir anlamda demokratik açılımın da tetiklediği yeni bir Kürt siyasetinden söz ediyoruz. Şehrin önde gelen, hatta DTP geleneğinin desteği ile seçilmiş sivil toplum yöneticileri, sine-i millet resti karşısında, çağrışımları nedeniyle, şiddete dayalı siyasetin terk edilmesi konusunda tavır gösterdiler ve bunu açıkça kamuoyu ile paylaştılar. Örgüte sempatisi olan esnafların "Zaten krizdeyiz, bitme noktasındayız, lütfen durdurun olayları" diye parti merkezine 'yürüdükleri' de vaki. Demokratik açılımın gündeme geldiği günlerde şehirdeki 72 sivil toplum örgütü destek deklarasyonu yayımladı. Bugünlerde yeni bir duyuru için hazırlık içindeler. Bu sivil toplum örgütlerinin önde gelenlerinden Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası'nın başkanı Galip Ensarioğlu, "Bizler zaten şiddeti reddeden, şiddetin olmaması gerektiğini savunan insanlarız. Demokrasi kanallarını işletirsek şiddetin hiçbir bahanesi ve gerekçesi ileri sürülemez." diyor. Kendisine 'Yalnız mısınız?' dediğimizde, "Hayır. Bu şekilde düşünen ciddi bir kesim var Diyarbakır'da." diyor, pek çok oda ismi sayarak... Galip Ensarioğlu, demokratik açılımın daha üst perdeden ve güçlü bir şekilde devam etmesi gerektiğini düşünüyor: "Bu demokratikleşme olduğunda, hak ve özgürlük talepleri doğru bir plan çerçevesinde karşılandığında, ki bunlar da karşılanamayacak talepler değil, zaten PKK'ya gerek kalmıyor. Ayrıca siyasallaşmayı tehlike olarak görmemek gerekiyor. PKK'ya da bir şekilde çözüm bulacaksınız, sivil siyasete entegre olmasını sağlayacaksınız." Diyarbakır Baro Başkanı Emin Aktar da "Sokakta siyaset yaparsanız kaybedersiniz." diyor. Ona göre 29 Mart seçimlerindeki başarının altında DTP'nin barış sürecini öne çıkarması, gerginliği düşürmesi var: "Tansiyon düştükçe, üsluba dikkat ettikçe, barış umudu DTP'nin elini güçlendirmekle olur diye, oy verdi insanlar." Baro Başkanı Aktar, söz konusu Kürt siyasetinin Ankara'da meşruiyet kazandığı ölçüde şiddetle mesafesinin artacağını anımsatıyor. Emin Aktar, "Erdoğan, DTP'yi iki yıl muhatap bile almamıştır. Kürt siyasetini dışlarsanız, meydan çatışan güçlere kalır." uyarısında da bulunuyor. Silahın hak arama aracı olamayacağı görüşünü taşıyan Aktar, bir taraftan da bölgeye dair duyarlılıkların batıya doğru aktarılmadığını, bunun da krizi artırdığını düşünüyor: "Kürtleri sürekli eylem yapan huzursuz kişiler olarak kamuoyuna sunmak çözümün önüne duvar örüyor." Örgütle ilişkisi olmayanların da eylemlere katılmasının iyi yorumlanması gerekir. Herkesin bir şekilde bir yakını, bir travması var burada. Aktar, "Ben de Habur'daydım. Süreç iyi yönetilmedi, duyarlılıklar göz ardı edildi, kabul ediyorum." diyor; ama pekâlâ o görüntüler örgütün zaferi olarak değil, çocuklarının ölmeyeceğine dair bir umut şeklinde de algılanabilirdi ona göre. Dersim tartışmalarında CHP'li Onur Öymen'e verilen tepkiye karşı bir reaksiyonun gelişmemiş olması da bir umuttur aslında. Diyarbakır'da günlük siyasette eski DTP'nin açık hâkimiyeti var. Basın bildirileri, yürüyüşler ve sokak hareketleri de dâhil edildiğinde, bu, diğer siyasi partilerin, aslında AK Parti demeliyiz, faaliyetlerini de zorlaştırıyor. AK Parti'nin merkezi her hafta taşlanıyor. İl başkanını beklerken sekreter hanım yeni takılan camları gösteriyor. İl Başkanı Baki Aksoy, 'Demokratik açılımla ilgili halkla temasınız ne âlemde?' diye sorduğumuzda, Beşir Atalay ve Bülent Arınç'ın Diyarbakır ziyaretine atıf yaparak "Birinci elden meselenin anlatılması ve tepki alınması söz konusu." diyor. Ancak bizim şehirden edindiğimiz izlenim, AK Parti'nin biraz daha sokağa inmesi gerektiği... AK Parti İl Başkanı'na göre öyle algılansa bile demokratik açılım bir gruba yönelik bir tasfiye değildir: "Bir kısım insanlar 'açılım bizi tasfiye etmeye yöneliktir' dediler. Gariptir, özgürlük ve demokrasinin bir grubu tasfiye ettiği çok enderdir. Özgürlükler, sadece faşist, özgürlükten nasibini alamayan, varlık sebebini baskıya dayandıran kişileri ve grupları tasfiye eder." Aksoy, Başbakan Erdoğan'ın "Sonuna kadar gideceğiz!" demesinin, dik durmasının bölge halkında açılım devam edecek inancını pekiştirdiğini düşünüyor: "Kesinlikle insanların ağzına bir parmak bal çalıyor değiliz." Diyarbakır'a giden bir kişinin, taksiye bindiğinde, memleket ahvali hakkında 'resmî' ve 'samimi' olmak üzere iki görüşle karşılaştığı hikâye edilir. Bu hikâyeye göre, taksici "Allah devletimize zeval vermesin" dese dahi size güvendiğinde muhatabınızın aslında devletten yana ne çok şikâyeti olduğunu öğrenirsiniz. Diyarbakır'da o 'resmî' görüş sendromu bu sefer PKK ile şiddet meselesinde var. DTP'nin kapatılmasını doğru bulan yok, hele Ahmet Türk'ün yasaklanmış olmasına hiç anlam verilmiyor. Anayasa Mahkemesi ve yargı, eleştirilerin odağında. Ama kayıt dışına çıkıldığında Öcalan da, DTP de, PKK da ağır bir şekilde eleştiriliyor. Ve bu eleştirileri yapanlar, örgüte de partiye de çok uzak değiller. "Ilımlı insanların önünün açılması için örgütün etkisinin azaltılması gerekiyor. Somut bir şey; kimse Apo'ya kilitlenmek istemiyor burada." diyor, şehri iyi bilen bir kişi. Şu tespit de ona ait: "Kandan, gözyaşından bıkmış durumdalar. İnanın bunun durdurulması, onlar için şu anda 'dil'den, 'kültür'den çok daha önemli." Öyle ya, barış ve demokrasi derken bile provokasyonların akla geldiği bir coğrafyadan söz ediyoruz. Daha demokratik açılım adı geçerken bile yılların verdiği acı ve birikimle 'provokasyon uyarısı' yapmaya başlamışlar. "Demokratik açılım ilk gündeme geldiğinde bugün olacaklar konusunda herkes konuşmaya başlamıştı." diyor Muhammed Akar. Akar, 'milat' dediği 12 Ağustos 2005 tarihinde Başbakan Erdoğan'ın "Devlet geçmişte hata yapmıştır, hatadan dönmek de büyük devletlerin işidir" minvalinde konuşmasından sonraki Şemdinli olayını, Mudanya'daki Öcalan'a ziyaret konvoyunu ve halkın tepkisini hatırlatıyor. Tokat'ta 7 şehit verilen terör olayını PKK üstlense bile parti yöneticileri dâhil buna kimse inanmıyor. İnanmamaları, PKK'nın bu olayı yapma ihtimalinin olmamasından değil, tam da bu nedenle 'karanlık güçler' denilirken belki de 'bizi savunuyor' dediği silahlı örgüte mesafe koyma ihtiyacından kaynaklanıyor. Bağlar'da ve Suriçi'nde esnafla yaptığımız konuşmalar bu minvalde ilerliyor. Bir oto galerici, "Biliyor musun, İzmir'de 21 plakalı arabaları taşlıyorlarmış." diyor. Diğeri devam ediyor: "Benim anlamadığım burada da taşlıyorlar. İki taş arasında kaldık." Halde iş yapan bir esnaf ise kepenk kapatma hâlinde kaç bin kişinin hayatının zehir edildiğini hesaplıyor. Onlar DTP'ye oy veren kişiler aynı zamanda. DTP çizgisinde olmayan bir Kürt entelektüeli, "Beni senin karşına koyuyorlar. Bu böyle gitmez, artık ben de konuşuyorum." diyor. Taş atan gençler, yine de en çok üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Onlar çatışma kültürünün içinde doğdular. Gençlerdeki çatışmaya dayalı siyasi bilinç değiştirilemez değil. Bir emniyet yetkilisi, aslında ikna edilemez ve görüşleri değiştirilemez kesimin oranının yüzde 1'lerde seyrettiğini söylüyor. Taş attığı için gözaltına alınan gençlerin insanca muamele gördüğünde ve kendisiyle konuşulduğunda bir daha olaylara karışmadığını söylüyor. Yani aslında taş attığı için gençlerin hapse atılması en kolay çözüm gibi gözükse de sorunun kemikleşmesinden öteye işe yaramıyor. "Demokratik açılım, anayasa değişikliği gibi temel bir değişiklikle yapılsaydı daha iyi olurdu" görüşü de var burada. Devlete duyulan güvensizlik, devletin herhangi bir kurumundaki satın alma görevlisinin daha özel seçilmesini bile gerektiriyor, bu dahi yapılsa önemlidir. Ayrıca sivil toplum kuruluşlarının bölgedeki faaliyetlerinin önemine vurgu yapılıyor. Bir emniyet bürokratı, "Sivil toplum çok önemli. Bir sivil toplum örgütünün etkinliği bizim yaptığımız 5 operasyon yerine geçer. Batıdan buraya daha sık gelmeliler." diyor. PKK'nın şehir ve devlet yapılanması olarak nitelendirilen KCK'nın merkezi Diyarbakır. Örgütün, Türk-Kürt gerginliğini kullanmak istediği açık. Hatta 'bakın birlikte yaşayamıyoruz' argümanıyla bu zemini hazırladığı da biliniyor. Bin yıllık birliktelik, ortak bir dünya, demokratik hayat gibi samimi duyguları dillendiren hatırı sayılır bir Kürt halkıyla örgütün amaçları açık bir şekilde karşı karşıya gelmiş bulunuyor. Burada gerçekleşebilir iç savaş ve bölünme senaryosu, sivil Kürt siyasetinin yolunu açan nedenlerden birisi. Aslında en kötü senaryo ihtimal dışı da görülmüyor. Kürt meselesi demek senaryolar dizisi demek aslında. PKK, Abdullah Öcalan'ın cezasının Diyarbakır'da bir ev hapsine dönüştürülmesini istiyor. Bölgede siyasi strateji demekte beis görmeyeceğimiz bazı kişiler Öcalan'ın Diyarbakır'da geçireceği 6 aylık süre zarfında her şeyin, hatta 'Öcalan Miti'nin de biteceği düşüncesindeler. Kürt sorununun bütünüyle Öcalan'a endekslendiği hesaba katılırsa, bu gibi fikirler hep gündemde olacak. PKK'yla mücadele eden kesimler belki de yapıyı bildikleri için en radikal öneriler dillendirmekten kaçınmıyorlar. PKK'dan kopmuş Nizamettin Taş, Osman Öcalan, Hıdır Sarıkaya gibi güçlü kişilerin siyaset yolunun açılması gibi... Çünkü bu akımdan gelmeyen Kürt partilerinin başarı şansı yok bölgede. Diyarbakır'ın kâh güneşli kâh çivi gibi soğuk değişken havası siyasi atmosfere de yansıyor. Ancak söylemeye bile gerek yok ki Diyarbakır'ın Türkiye'deki herhangi bir şehir kadar güvenli, tıpkı pek çok şehir gibi 'sorunlu' sokakları ve semtleri var. Diyarbakır'ın muhteşem tarihî atmosferine kapıldığımız bir anda, Ulucami'nin hemen karşısında, Hasan Paşa Medresesi'nin alt katında, büyükşehirlerde rastlanmayan büyüklükte ve çeşitlilikle bir kitapçıda, Latin harfleriyle yazılmış Kürtçe kitaplardan çok Arap harfleriyle yazılmış Kürtçe kitapların satıldığını öğreniyoruz. En eski Kürtçe kaynakların ve dinî eğitim veren medreselerin sayesinde Kürtçenin yüzyıllar boyu yaşadığını hatırlatıyor bize Muhammed Akar: "Medreseler olmasaydı bugün belki Kürtçe diye bir dilden söz edemeyecekti." Dindar olduğu bilinen Kürtlerin nasıl olur da Marksist, sosyalist bir örgüte destek verebildiğinin cevabı, Kürt medrese geleneği ile seküler Kürt milliyetçiliğinin Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki zorunlu birlikteliğinde yatıyor. Yüzyıllardır Kürtçenin yaşayan en önemli kaynağı olan medrese geleneği unutulmamalı, çözüm alternatifleri konuşulurken. Diyarbakır'da bulunduğumuz sırada şehirdeki eski DTP yöneticileri ile temas kursak bile beyan vermekten kaçındılar. Haklılardı da; öyle bir ortamda beyanlarının ömrü çok kısa olabilirdi. Ancak sözünü ettiğimiz geniş halk kitlesinin bir yerde talebini yansıtan sivil Kürt siyaseti ile ilgili söylenenlerin ömrü bir hayli uzun olur, dileriz. HABERİN DEVAMI AKSİYON DERGİSİ'NDE
<< Önceki Haber Diyarbakır ses verdi: Artık yeter Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER