Birkaç ay önce Muğla’da düzenlenen AKP dayanışma gecesinde alkol alındığı iddiası, Türkiye’nin her yanındaki partililerin büyük tepkisini çekmişti. Fotoğrafları sosyal paylaşım sitesinde yayınlanan Mustafa Çelebi, her ne kadar ‘Meyve suyuydu o.’ savunmaları yapsa da eleştirilerden kurtulamadı. Sonunda Muğla Milletvekili Ali Boğa, büyüyen alkol krizi için ‘Gereği yapılacak.’ diyerek partilileri sakinleştirdi. Dindar nesiller yetiştirme iddiasındaki partide ulu orta alkol almanın hesabı sorulmuştu.
Olayın ardından CHP Grup Başkan Vekili Muharrem İnce ise “AKP, alkole kafayı takmış durumda. Keşke bu duyarlılığı; hırsızlığa, yolsuzluğa, ihaleye fesat karıştırmaya da gösterseydi.” diyerek partinin samimi olmadığını savunmuştu. Türkiye, benzer eleştirilerle Gezi Parkı olaylarında da sıkça karşılaşıyordu. O dönemde Başbakan Tayyip Erdoğan, 13 yaşındaki çocuğun ölümüyle ilgilenmeyip “Camide içki içtiler. Kabataş’ta başörtülü bacıma saldırdılar.” benzeri ayrıştırıcı ifadeler yüzünden eleştiriliyordu. “O Alevi’yse ben de Sünni’yim.’ ekseninde devam eden bu söylemlere karşı her kesimden aydın, “Dindarlık bu mu?” sorularını yönelterek hükümetin din istismarı yaptığını savunuyor.
Siyaset bu durumdayken sosyologların şu sıralar tartıştığı konu ise din istismarlarına ve ahlaki zafiyetlere toplumun neden itiraz etmediği. Geçmişteki mağduriyetlerin muhafazakârlarda bıraktığı izler akla gelen ilk sebeplerden. Ancak konuyu biraz daha irdeleyince dönüp dolaşıp sorulan soru; Türkiye’de dindarlıktan ne anlaşıldığı. Varılan ortak nokta şu ki insanlar dinini ‘şekil dindarlığı’ zihniyetiyle yaşıyor. Dışarıdan mutaassıp aile babası görünümü verenler, kul hakkı gibi ahlaki zaaflara girebiliyor. Dindar işadamları çevrelerinden uzakta ikinci birer ev açıyor, eşine şiddet uyguluyor. Mevlit mevlit gezen başı örtülü kadınlar gıybet yapıp suizanda bulunmaktan sakınmıyor. Dinin bu konudaki uyarılarından bihaber insanlar birbirini kafirlikle suçluyor.
Din psikologlarına göre aile hayatındaki bu yozlaşmalar toplumsal konularda da ahlaki zaafların görmezden gelinmesine sebep oluyor. Örneğin içki içerken yakalanandan dinin haram kıldığı bir işi yaptığı için hesap sorulsa da daha fazla kazanmak uğruna Soma’da 300 işçiyi ölüme sürükleyenlere ses çıkarılmıyor. Ülkede neredeyse her gün biri iktidarın istediği gibi konuşmadığı için ‘dinsiz’ ilan ediliyor. Geçtiğimiz hafta da bir programda Müslüman toplumlarda eleştiri kültürünün zayıf olduğunu savunan Amberin Zaman, Başbakan öncülüğünde meydanlarda yuhalanmıştı. Bu olaydan sonra birçok köşe yazarı Egemen Bağış’ın ses kaydını hatırlattı. Zira kameraların önünde ‘Allah’ın huzurunda hesaplaşmaktan’ bahseden Bağış, arkadaş sohbetlerinde Kur’an ayetleriyle dalga geçiyordu. Ancak o da partililerden Amberin Zaman kadar tepki görmemişti.
Söz konusu adaletsizliğe karşı bir itiraz da yalan olduğu ispatlanmış haberleri tekrar tekrar veren yayın organlarına karşı İslami camianın suskunluğu. Bir yazısında Yeni Akit gazetesinin nefret söylemine değinen T24 yazarı Ömer Faruk Gergerlioğlu, “İçine din sosu katılmış ama ahlaki ilkeler açısından sınıfta kalmış bu gazetecilik karşısında başka kesimin değil, İslami kesimin tavrı önemlidir.” diyordu. Gergerlioğlu, medya gücü nedeniyle yaptıklarına, oluşturduğu nefret diline suskun kalınan bu gazeteyi dindarların ağır bir imtihanı olarak niteliyordu. İslami camiadaki ahlaki zafiyetlerin eleştirilmesine karşı “Rakip varken niye kardeşimizi eleştirelim.” sözlerine de Gergerlioğlu şu soruyu yöneltiyor: “Ya rakibinizden daha büyük günahlar işleniyorsa yalan, hakaret, iftira ve komplo varsa ne yaparsınız?”
Soru soramayanın vicdan mekanizması gelişmez
Alkole tepki gösteren halkın Uludere’ye, Reyhanlı’ya aynı tepkiyi göstermediğini söyleyen Mehmet Altan ise, “Toplum ahlaki bir davranış kodu içinde değil. Din adına konuşulan tek şey kadın ve içki meseleleri. İnsanlar görüntüyle ilgili.” diyor. Altan, dini ‘hakikati arama yolculuğu’ olarak tanımlıyor. Türkiye’de ise insanların dini hayat karşısındaki eksiklerini giderme aracı olarak kullandığı görüşünde. Bu psikolojideki bir dindarın eline fırsat geçtiğinde zulme başvurduğunu düşünen Altan, “Böyle bir ortamda insanlar ahlaklı olsun ya da olmasın kendinden olmayana yaşama hakkı tanımıyor.” diyor. Türkiye dindarlığının zorbalık eğilimi taşıdığını anlatan Altan, meseleyi Osmanlı’daki davulcularla bugünküleri kıyaslayarak örnekliyor: “Osmanlı zamanında davulcu Ramazan’da insanları uyandırmak için zarafetle tık tık yapardı. Sen de zaten tavşan uykusundasındır sahura kalkacaksın diye; kalkarsın. Şimdi kalkmayana küfreder gibi çalıyorlar.”
Mehmet Altan sağ camiada sola göre eleştiri kültürünün zayıf olmasını da dindar kimliğin yanlış oturmasına bağlıyor. Buna göre sadece hayattan korktuğu için, insanlara ‘görüntü’ vermek için dindarlığı seçenler cesaretten yoksun kişiler. Dinin dünya hayatı için bir kurtarıcı olarak görülmemesi gerektiğini söyleyen Altan şöyle devam ediyor: “Çünkü böyle görünce eline imkân geçip güçlendiği vakit dinini bir kenara atıyor. Bugün hırsızlıklarla, tapelerdeki korkunç iddialarla anılanların dindar olduğunu söylemek mümkün değil.”
Yıllar önce yazdığı Kent Dindarlığı kitabında insanların dinden dünyevi bir çıkar beklememesi gerektiğini yazan Mehmet Altan, “Günümüzde ise dini çarpıtmaktan, yozlaştırmaktan siyaseten kullanmaktan ciddi ölçüde rant elde ediliyor.” sözlerine yer vermişti. “Konya’daki Kur’an kursunda gaz patlaması sonucu ölen çocukların ölümüne sebep olan altyapı eksikliğini bile sorgulamayan bir anlayıştan daha geniş dini yoruma ulaşmasını bekleyebilir miyiz?” diyen Altan, toplumun ahlaki eleştiriden yoksun olduğunu yazmıştı.
İslam’ın muhatabının takva ve fücur dengesi üzerine kurulmuş insan olduğunu hatırlatan Prof. İştar Gözaydın ise, “Ne yazık ki bu ayar özellikle günümüzde iyice şaşıyor. Kibrin ve gösterişin fena halde galebe çaldığını görüyoruz.” diyor. Bunun nedenlerinden birinin de Türkiye’de eleştirel düşünce yapısının gelişmemesi olduğunu savunuyor. Eğitim politikası şeklinde baş gösteren eleştiri yoksunluğu ona göre aile yapıları için de geçerli. “Soru soramayan şahısların bizzat kendi vicdanlarını sorgulayabilmeleri zordur.” diyen Gözaydın, böyle bir ortamda toplumun ahlaki ilkeler değil şekli kurallara bağlı kaldığını anlatıyor. Sonucunda ise yolsuzluklar, hukuksuzluklar göz ardı edilebilirken, bunlara nispeten önemsiz hatalar sırf görünür olduğu için oklara maruz kalıyor. Eşitlikçi, herkesin hakkı konusunda hassas ve kendi doğrularını yaşayan bir topluma ulaşabilmek için dinamik bir ahlak anlayışının şart olduğunu anlatan Gözaydın, “Bu sağlanmadıkça din ne yazık ki yalnızca ‘perakendeci’ düzeyde algılanır; pratikleri sırf toplumsal şartlar düzeyinde anlaşılır.” diyor.
Ritüel var, mana yok
Peki Gözaydın’ın deyimiyle dinin bugün ‘perakendeci’ düzeyinde algılanmasının, ahlaki öğretilerden soyutlanmasının geçmişi nereye dayanıyor? Süreci tartışırken din psikolojisi uzmanı İsa Özel’e Türkiye’de İslam kültürünün, manadan yoksun, mevlit okutma düzeyine inip inmediğini soruyoruz. “Mevlit okutma gibi durumlar insanları bir araya getirme açısından işlevseldir. Bundan fazla bir işlev bekleyemezsiniz.” diyor. İslam’ı geleneklerle yaşayan bir ortamda bu tür ritüellerin olmazsa olmaz karşılandığını söyleyen Özel, “Hatta yapılmadığı zaman dedikodunuz çıkıyor.” tespitini paylaşıyor. Yani Türkiye’de İslam kültürü adına zarif bir gelenek olan ancak dinin temellerinde yer almayan mevlit okunmazsa, kul hakkına girilme pahasına kişilerin gıybeti yapılıyor. Bu da dinin ne kadar şekilci yaşandığını gösteren örneklerden biri. Toplumdaki yozlaşmanın tarihteki nedenleri arasında ise Birinci Dünya Savaşı’nı gösteriyor Özel. Ona göre seferberlik yıllarında ülkedeki pek çok insanın yetim kalması edep erkânın gelecek nesillere aktarılmasını engellemiş. Daha sonra Cumhuriyet dönemiyle gelen laiklik zihniyeti ise dindarlığın görsellik ağırlıklı yaşanmasına sebep olmuş.ZAMAN