Zaman için kaleme aldığı '
AB sürecinde
Kürt meselesi ve
terörle mücadele' başlığını taşıyan yazıda Flautre, son saldırıların,
PKK'nın temsil ettiğini iddia ettiği Kürtlere yönelik
açılım politikasını tıkadığına dikkat çekti. "Bu da bize bilinen '
derin devlet' söylemi gibi 'derin PKK' olgusundan bahsetmenin yanlış olmayacağını gösteriyor." diyen Eşbaşkan, anayasa reformundan Siyasi Partiler Yasası'na kadar
demokratikleşmenin, Kürtlerin hakları için önemli olduğunu vurguladı. PKK'nın bu süreci sahiplenmeye çalıştığını belirtirken, "Ancak
Türkiye'de demokratikleşme süreci derinleştikçe, PKK'nın çözümün değil sorunun bir parçası olduğu kendi tabanında bile hissedilmektedir." tespitinde bulundu. Flautre, eleştiriler getirdiği AB'nin ise tüm imkânlarını demokratikleşme sürecini desteklemek için kullanmasını istedi. Bunun için '
Temel haklar' ve 'Hukuk' başlıklı müzakere fasıllarının açılmasını önerdi.
Son günlerde Türkiye'de şiddet ve terörün giderek tırmandığını ve gencecik insanların yaşamını yitirdiğini kaygı ile izliyoruz. Son otuz yılda binlerce insanın yaşamını yitirdiği bu sürecin tekrar acı vermeye başlaması, Türkiye'de
Kürt meselesi ile terör sorununun en önemli politik sorun olduğunu ne yazık ki tekrar hatırlatıyor. Neden tekrar şiddet, neden tekrar terör sorusunu soran kamuoyu, tatmin edici bir
cevap bulamazken, Türkiye'nin sürmekte olan iki güncel sorunu "
İsrail" ile PKK arasında ilişki kurmaya kadar giden temelsiz teoriler üretiyor. Son saldırıların, PKK'nın temsil ettiğini iddia ettiği Kürtlere yönelik açılım politikasını tıkadığını görmemek mümkün değildir. Bu da bize bilinen "derin devlet" söylemi gibi "derin PKK" diye bir olgudan bahsetmenin pek yanlış olmayacağını gösteriyor.
"Kürt meselesi" ile ilişkili terör sorunu Türkiye'nin sınırlarını aşan boyuttadır. PKK bölgede yer yer çeşitli ve farklı güçlerin çıkar ve stratejilerini yansıtan bir politika izliyor. Bu yüzden Türkiye, bilinen ABD-Türkiye-
Irak işbirliği yanında, tüm uluslararası ilişkilerinde terör sorununu gündeme getiriyor ve bu kapsamda AB-Türkiye ilişkilerinde de terör sorunu giderek önemli bir yer edinmeye başlıyor. Bu yüzden AB-Türkiye ilişkilerinde, Ortaklık Konseyi gibi
bakanlar düzeyinde de bu konuya değinilmesi tesadüf değildir.
AB'de
terörle mücadele sorumlusu Gilles de Kerchove'in bu günlerde gerçekleşen
Ankara ziyareti, Türkiye'nin terörle mücadelede AB desteğini aradığını ve
Brüksel'de açık kapılar bulduğunu gösteriyor. Bu açıdan terörle mücadelede işbirliği ne kadar anlaşılır ve gerekli ise, bu işbirliğinin "doğru metotlar" kapsamında yapılıp yapılmadığını sorgulamak da o kadar önemlidir. Sınırlarda
vücut kontrollerinin kaygı verici boyutu, SWIFT gibi uluslararası anlaşmalarda kişilerin özel verilerinin korunmaması, terörle ilişkilendirilen davalarda
savunma hakkında yaşanan kısıtlamalar, CIA'nın
Avrupa topraklarını da kullandığı terör operasyonlarında yaşanan işkenceler, bazı AB üyesi
ülkelerde terörle mücadele adına işkence altında alınan ifadeler ve benzer sorunlar göz önüne alındığında, AB'nin de iyi bir örnek olmaktan uzak olduğunu gösteriyor. Bu tür politikalar, savunulması mümkün olmadığı gibi,
aday bir ülke ile ilişkilerde hiç de iyi bir müzakere altyapısı oluşturmuyor.
Ne yazık ki güvenlik adına, AB ülkelerinde de 11
Eylül ikiz kuleler saldırısı,
Madrid,
Londra ve İstanbul'da yaşanan terör kâbusuna karşı
eylem koymak için AB üyesi ülkelerde de temel haklar törpüleniyor. Sürmekte olan terör tehdidine karşı mücadelede başarılı ve inandırıcı olmak istiyorsak, AB'nin kuruluş temelini oluşturan değerler göz ardı edilmemelidir.
Güvenlik ve
insan hakları arasındaki denge, yeni politikanın temelini oluşturması gerektiği gibi, bu iki değer çelişki değil birbirini tamamlar niteliktedir.
Türkiye'nin de sadece güvenliğe endeksli bir eksende kalmaması gerekir. Son yıllarda Türkiye'de "terör" teriminin oldukça geniş kapsamlı kullanılması,
Kürt sorununa eğildiği için
Yaşar Kemal gibi saygın yazarların bile
hapis cezasına çarptırılması, olayın terörle mücadele adına insan hakları boyutunda yaşanan sorunlarına ışık tutmaktadır. "Yaşla kuruyu", "militanla
sivil"i karıştıran, temel insan haklarını göz ardı eden, suçsuz binlerce insanı, çocuğu
mağdur kılan bir yaklaşım terörle mücadelede çözüm değil, sorunlar üretebilir sadece.
Güvenlik adına
baskı politikası ve düşünce özgürlüğünün sınırlandırılması Kürt sorununa çözüm sürecini bugüne kadar tıkamış ve
demokrasi sürecini genellikle engellemiştir. Bu yüzden Brüksel ile Ankara arasında süren
tartışma ve müzakere sürecinde terör konusu oldukça çekingen bir şekilde tartışılıyor. Son yıllarda Brüksel'de Türkiye üzerine alınan karar ve yayımlanan raporlara biraz yakından bakan herkes, AB kurumlarının Kürt meselesine demokratikleşme, insan hakları,
ekonomik, sosyal ve kültürel boyutu ile baktığını görmüştür. AB açısından anayasa reformundan Siyasi Partiler Yasası'na kadar Türkiye'nin genel olarak demokratikleşmesi, Kürtlerin siyasi ve demokratik hakları için önemli bir ön şarttır. Önümüzdeki yıllarda bu süreç geçen yıl tartışılan "Kürt
açılımına" benzer bir şekilde gerçekleştirilir,
Kürtçe Türkiye'de eğitim kurumlarında ve genel olarak sosyal yaşamda kullanılan olağan bir dil olursa, "Kürt sorunu" önemli ölçüde aşılmış olur. Bu tür bir gelişme, Türkiye'nin iç barışı ve AB süreci için de önemlidir.
Bu yüzden PKK da bu süreci sahiplenmeye çalışmakta, Kürtlerin genel olarak politik gerçek olarak kabulü ve hatta Türkiye'de demokratikleşme sürecinin ana dinamiğinin, sürdürmekte olduğu silahlı mücadele olduğunu savunmakta, "Kürt açılımı" kendi hanesine yazılsın istemektedir. Bu stratejisinde kısmen başarılı olsa da, Türkiye'de demokratikleşme süreci derinleştikçe, PKK'nın çözümün değil sorunun bir parçası olduğu, seslenmeye çalıştığı tabanında bile hissedilmektedir. Silahlı mücadele ve terörün giderek sorun olmaya başladığının PKK'nın da farkına vardığını, bu örgütün son yıllarda sıkça uygulamaya koyduğu "ateşkeslerden" de çıkarmak mümkündür. Zira "milli
bağımsızlık mücadelesi" değil, "demokratik Türkiye" için mücadele ettiğini söyleyen PKK'nın, terör eylemlerini anlatabilmesi giderek zorlaştığı gibi, tüm zorluklara rağmen kısmen de olsa açık olan demokratik
katılım kanallarını niçin zorlamadığını anlamak kolay değildir.
Avrupa Birliği ise tüm olanaklarını demokratikleşme sürecini desteklemek, insan haklarını öne çıkarmak ve genel olarak Türkiye'de toplumsal barışın etkinleşmesi için kullanmalıdır. Bu yüzden Türkiye'nin demokratikleşme sürecinde yol alabilmesi için müzakere sürecinde Fasıl 23 ve Fasıl 24'ün "Temel haklar" ve "Hukuk"' başlıklarının açılması önemli bir adım oluşturabilir. AB ile Türkiye arasında başlayan PKK terörüne karşı işbirliği bu fasıllarda yatan temel düşünceleri göz ardı etmemeli, insan hakları ve uluslararası hukuka saygılı olmalıdır. Demokratik açılım, Kürt meselesinde yol alabilmek ve PKK sorununun aşılabilmesinde en önemli etkendir.
Bu açıdan da Türkiye'de tekrar politik gündemi belirleyen yeni bir anayasa gereği kendini hissettirmektedir. Referanduma sunulan
anayasa paketi demokratikleşmeye doğru önemli bir adım teşkil etse de, 1982
Anayasası'nın antidemokratik ruhunu tamamen ortadan kaldırmamaktadır. Bu yüzden Türkiye'nin tüm politik akımlarının gelecek seçimlerden sonra yeni ve demokratik bir anayasa projesini gündemlerine alması gerektiğine inanıyorum.