Emekli Deniz
Kuvvetleri Komutanı
Özden Örnek’in bilgisayarından çıktığı polis raporuyla kesinleşen ‘
darbe günlükleri’nin 3
Şubat 2004 tarihine ait satırlarında şu ifadeler yer alıyor:
“...Bizim en kuvvetli olduğumuz konu
Kıbrıs konusudur. Bunlar eğer bu konuda açık verirler ve MGK kararları dışında bir hareket tarzı uygulamaya kalkarlarsa o zaman
Genelkurmay Başkanı’na (
Orgeneral Hilmi Özkök) gidip, ‘Biz bu konuyu tasvip etmiyoruz ve sorumluluğu üzerimize alamayız, bu nedenle de bir basın
bildirisi hazırladık, ya beraber bu açıklamayı yaparız yahut da biz bu açıklamayı ve tüm düşüncelerimizi açıklayıp
istifa ederiz’ diyerek onun hareket tarzını öğreniriz. Eğer bize katılırsa bu açıklamayı hep beraber, yoksa yalnız başımıza yaparız. Bana göre bunun etkisi darbeden daha etkili olacaktır.
Genelkurmay Başkanı da bu hareketten sonra yalnız kalacak ve istifa edecektir’ dedim.
Kara Kuvvetleri Komutanı (Orgeneral
Aytaç Yalman) bu görüşüme katıldı. Esasen o da böyle düşündüğünü bana söyledi...”
Yine ‘darbe günlükleri’nin 5 Şubat 2004 tarihine ait satırlarında şu ifadeler var:
“
Kara Kuvvetleri Komutanı (
Aytaç Yalman) telefonla beni aradı ve gizli hattan görüşmek isdedi... ‘
Annan’ın mektubu gelmiş ve içerisindeki konular tamamen bizim söylediklerimizin dışında olayları kapsıyor.
Onur Öymen’le (
CHP İstanbul Milletvekili) İstanbul’da görüştük. Bana bunları anlattı. Ben
İlker’i (Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral
İlker Başbuğ) aradım, bana hâlâ düşündüklerini ve ve hereketlerini
Denktaş’a göre ayarlayacaklarını söyledi. Senden ricam duruma hemen müdahale etmen’ dedi. Ben de hemen
Hava Kuvvetleri Komutanı’nı (
İbrahim Fırtına) aradım ve eve davet ettim... Sonra bugün gelişen olay için ne yapabileceğimizi konuştuk...”
Son olarak ‘darbe günlükleri’nin 28 Şubat 2004 tarihli satırlarından birkaçı:
“14.00’te
kuvvet komutanları ile bizim evde toplandık. Amacımız Kıbrıs meselesini değerlendirmek ve Denktaş’tan aldığımız birçok gizli ve özel
mesajı değerlendirmekti (...) Hükümete karşı bir tepki olarak da hem Kıbrıs’ta hem de anavatanda gösterilere ve ulusal platformda toplantılara 3
Mart’tan itibaren başlanacaktı.”
Aylar önce tüm bu satırları okuyunca bir
New York hatırası gelmişti aklıma. Dost mec-lislerinde naklettiğim de oldu bu hatırayı. Son günlerde bazı televizyon konuşmaları ve köşe yazılarında da atıfta bulunulduğu için oturup yazayım dedim.
Şubat 2004,
Annan Planı temelinde yürütülen Kıbrıs görüşmeleri son derece kritik bir dönemdi. Duraklamış bulunan
çözüm süreci, AKP hükümetinin inisiyatif almasıyla canlanmış, bir önceki ay
Davos’ta gerçekleşen Erdoğan-Annan görüşmesinin ardından tarafları yeniden bir araya getirecek bir zirve için
hazırlıklar başlamıştı. Belli ki Erdoğan Annan’la görüşmesinde, BM’nin, Denktaş ve ‘Kıbrısçı’ların başından beri şiddetle karşı çıktığı üç koşulunu kabul etmişti: Annan Planı’nın temel parametrelerini değiştirmeye kalkışılmaması, tarafların anlaşamadığı konuların BM Genel Sekreteri’nin hakemliğiyle çözülmesi ve planın belli bir takvim dahilinde referanduma sunulması.
Nitekim Annan’ın bu üç koşulu diplomatik bir dille belirtip tarafları New York’a d
evet ettiği
mektup, tam da Denktaş ve
KKTC heyetinin AKP hükümeti ve dışişleriyle istişarede bulunmak üzere bir araya geldiği 5 Şubat’ta
Ankara’ya ulaştı. Beklendiği üzere, Denktaş, koşulların kabul edilemeyeceğini belirtip davetin geri çevrilmesinden yana görüş belirtti. Ancak bir yandan Erdoğan, bir yandan dışişleri, bir yandan da KKTC heyetinden
Başbakan Mehmet Ali
Talat’ın çabasıyla Denktaş istemeye istemeye New York’a gitmeye ikna edildi. Denktaş’ın gönülsüzlüğü o günlerde basına verdiği demeçlerden de açıkça belli oluyordu.
10 Şubat’ta başlayan ve planlananın aksine bir buçuk yerine dört gün süren New York zirvesini baştan sona izleyen gazetecilerden biriyim.
Gazetecilerin karşısına çıktığı her an, gerek
vücut dilinden gerekse kullandığı ifadelerden Denktaş’ın zirveye zoraki katıldığı anlaşılıyordu. Gazeteci olarak konuştuğum
yerli yabancı tüm kaynaklarda da bu izlenim hâkimdi. Annan’ın koşullarının kabul edilmemesi için canla başla direniyordu Denktaş hem BM’ye hem beraberindeki KKTC ve
Türkiye heyetlerine karşı.
Denktaş’ın nasıl direndiği, direncinin nasıl kırıldığı yıllar sonra ettiği şu sözlerden de anlaşılır: “
Müsteşar Uğur Ziyal cebinden bir kâğıt çıkarttı. Okudu ve cebine koydu. Dedi ki, burada görüşmelerin kesilmemesi lazımdır. Türkiye için hayati bir sorundur. Kesilmeyecek, dedi. Zorluk var ise benimle gelip istişare edeceksiniz, benim dediğim olacak, dedi. Çok şaşırdım, ‘Bunu bana Ankara’da (5 Şubat zirvesini kastediyor, e.g.) söyleseydiniz ben buraya çıkıp gelmezdim.’ ‘Aman işte, çok önemlidir. Gidin görüşün’ dedi....Anladım ki teslim olmuşlardı, ben ne yaprasam yapayım, Ankara ile çatışacağım...”(*)
New York zirvesinin 4’üncü günüydü. Akşam saatlerinde haber geldi. Anlaşma sağlanmıştı. Ama Denktaş’ın memnuniyetsizliği yüzündün okunuyor, sözlerinden belli oluyordu. Otel lobisinde kendisini bekleyen gazetecilere çıkışmayı da
ihmal etmedi: “Ortada
tebrik edilecek bir şey yok. Yine
zafer diye yazıp çizip halkı kandırmayın. Ortada büyütülecek bir şey yok. Büyütüyorsunuz, sonra da altında kalıyorsunuz. Süreç devam ediyor. Durun bekleyin bakalım.” (**)
Zirve bitmiş, New York’ta gece olmuştu. Ertesi gün dönülecekti. Heyetle beraber biz gazeteciler de dört günün yorgunluğunu atmak üzere UN Plaza H
otel’in barındaydık.
Sohbet ediyorduk. Zaman zaman gülüşmeler de oluyordu. Bir ara odama gitmek üzere bardan çıktım. Ve koridorda düşünceli bir biçimde gezinen Denktaş’ın danışmanı Prof.
Mümtaz Soysal’la karşılaştık. “Hayrola Mümtaz bey..” diyerek hatrını soracak oldum. Alaylı bir ifadeyle, “Siz şimdilik sevinin bakalım, asker birazdan bildiri yayımlayacak, o zaman görüşürüz...Daha hiçbir şey bitmedi” dedi. Şaşırdım. Ama ne yalan söyleyeyim, Soysal’ın sözlerini, ‘bir temenni’ olarak algıladım daha ziyade. Henüz zirve sürerken aramızda geçen bir başka
diyalog da geldi aklıma ister istemez: Soysal’ı BM koridorlarında tek başına volta atarken görmüştüm. Kıbrıs görüşmelerinde Genel Sekreter’le görüşen heyette yıllardır ilk kez yer almıyordu Soysal. Yanımda Mehmet Ali
Birand da vardı. Soysal’la ayaküstü konuşurken, “Hocam, yukarı çıkan üç kişiden biri mutlaka siz olurdunuz, ne oldu böyle” diye takıldım. “Sorma” dedi, içerlemiş ama muzip bir ifadeyle, “Üçün biri olduk.”
Espri de olsa, bir ölçüde haleti ruhiyesini yansıtıyordu bu sözler Soysal’ın.
Yine de, ‘asker bildirisi’ hafife alınacak bir iddia değildi. Komuta kademesinin önde gelen üyelerinden bazılarının Annan Planı’na ilişkin itirazları ve çekinceleri bulunduğu sır değildi. Ayrıca, AKP hükümeti, özellikle Annan’ın hakemlik rolünü kabul ederek 23 Ocak 2004 tarihli son MGK toplantısında da bir kez daha çizilen çerçevenin dışına çıkmış bulunuyordu. Soysal’ın söz ettiği türden bir bildiri, Ankara’da yaratacağı etki bir yana New York’taki mutabakatı bir anda berhava edebilirdi. Tabii böyle bir bildiri Denktaş’ı da sıkıştırıldığı köşeden çekip kurtarabilir, AKP hükümeti ve dışişlerini de çok zor bir duruma düşürebilirdi.
İstanbul’u arayıp Genel Yayın Yönetmenimiz
İsmet Berkan’a Soysal’ın sözlerini aktardım. Evet, askeri cenahta pek olağan sayılamaycak bir hareketlilik söz konusuydu; bu yönde bir bildiri hazırlandığı ve her an yayımlanabileceği Ankara’da da konuşuluyordu...
‘Darbe günlükleri’nin ilgili satırları, New York zirvesi boyunca Denktaş’ın tavrı, bir New York hatırası ve aynı gün Ankara’da konuşulanlar. Alt alta dizmek yeterli, yoruma gerek var mı?
ERDAL GÜVEN/RADİKAL