İşte Çalışlar'ın yazısı
Çeşitli
sivil toplum kuruluşlarının düzenlediği ‘Darbeye Karşı 70 Milyon Adım’ başlıklı yürüyüşe yedi bin kişi katıldı.
İstanbul’da Tünel’den
Taksim Meydanı’na yürüyen bu yedi bin kişi,
darbe olasılığını önlemeyi düşündükleri için yollara düşmüşlerdi.
Aynı günlerde gazetelerde yer alan,
Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait olduğu belirtilen ‘
eylem planı’ ve bu planın hedefleri dikkate alındığında bir darbe sürecinden geçtiğimizden bile söz edilebilir.
CHP Genel Saymanı Mustafa
Özyürek’in
Taraf’ta yayınlanan belgeler konusunda söyledikleri de ilginçti: “Haberde ayrıntı var ve bu ayrıntılarla ilgili aynı ayrıntılı açıklamalar gerekir. Üstelik
Genelkurmay’ın açıklamasında olduğu gibi onaylanmamış bir belgeyse ya da TSK’nın hiyerarşisi içinde hazırlanmadıysa, bu çalışmayı kimler yaptı? Bu konuda da kamuoyu aydınlatılmalı. TSK’nın kendi kuruluş yasasında aldığı görevler bellidir. İç ve dış güvenlik başlıca görevidir. Onun dışında siyasal hayata, partilere ve sivil toplum örgütlerine ait olan görev alanlarında TSK’nın faaliyet göstermesi doğru değildir. Aksi halde TSK’nın yasal çerçevesi aşılmış olur. Haberde belirtildiği gibi çeşitli çalışmalar yapılmış mıdır, yapılmamış mıdır? Orada öngörüldüğü gibi belli kaynaklar ayrılmış mıdır, ayrılmamış mıdır? Ayrıldıysa bütçeden ödemeler nasıl yapılmıştır? Tabii bunların kamuoyuna açıklanmasını gerekiyor...”
***
Türkiye’nin yapısal bir krizden geçtiğini söyleyebiliriz. 12
Eylül 1980 darbesi sonrası
ülkemizdeki kurumlar otoriter bir anlayışla yeniden yapılandırıldılar. 1982
Anayasası bu yapılandırmanın ana omurgasını oluşturuyor. Bu otoriter kurumlaşmanın temel mantığı,
demokrasinin olmazsa olmazı sayılacak
halk iradesini denetim altına almak.
Elbette ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesi gelişmiş demokrasilerde de var. Bu görev dağılımı çerçevesinde yargı; yürütme dahil bütün kurumların hukuki açıdan denetlenmesi görevini yerine getirir. Bu ülkelerin ‘hukuk devleti’ olarak varlığını sürdürmesi, bireyin haklarının korunması dengesi üzerine kuruludur.
Bizdeki denge ise, ‘hukuk devleti’ yerine ‘otoriter devlet’ mantığı üzerine kuruludur. Milli
Güvenlik Kurulu’nun yapılanmasından
Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerine kadar bütün sistemin amacı ‘devleti değişime karşı korumak’, ‘otoriter devletin’ otoriter kurumlarını sürekli ayakta tutarak, toplum üzerinde bir
baskı yaratmaktır.
Neden gelişmiş bir ülkede değil de,
Pakistan’da,
Tayland’da,
Endonezya’da askeri darbe tehlikesinden söz edilir? Çünkü askerin siyasi hayatta rol oynadığı rejimler geri kalmış ülkelerin rejimleridir.
Bu tür ülkeler liginden gelişmiş ülkeler ligine yükselmek yönünde bir isteğimiz varsa, darbe olasılığını artık bir daha önümüze çıkmayacak kadar uzağa sürmeliyiz. Tartışmanın, kavganın gürültünün ana sebebi budur.
“Bu ülkeye demokrasi
erken geldi, bu ülke demokrasiye layık değil” diyen insanlarla tartışıp duruyorum. Türkiye’nin tek partili otoriter bir rejimle yönetilmesini isteyen, kendisini ‘solcu’ ‘cumhuriyetçi’ diye tanımlayan o kadar çok insan tanıyorum ki!
***
Artık açıktan askeri müdahalenin koşulları kalmadı. Bunu kavrayan birileri, bu kez yöntemi değiştirip ‘
psikolojik savaş’ unsurları yoluyla geleneksel sistemi sürdürmek istiyorlar. Ortalığa dökülen belgelere baktığımızda böyle bir durumla yüz yüze bulunduğumuz iddia edilebilir.
O zaman bizler de durumdan vazife çıkararak, demokrasi için harekete geçme-liyiz... Tünel’den Taksim’e yürüyen binlerce kişi işte bu duyarlığı ifade ediyorlardı...