Siyaset sahnesi belirsizlik ve soru işaretleriyle dolu. Yakın gelecekte neyin ne olacağını öngörmenin falcılıkla aynı şey olduğunu düşünüyorum.
O kadar çok
senaryo var ki, o kadar çok senaryo üretiliyor ki, bir yerde işin içinden çıkmak imkansız hale geliyor.
Herkesin kafası karışık.
Siyasi liderlerin de önlerini gördüklerini sanmıyorum.
Bu arada tartışmalar gitgide
siyah beyazlaşıyor.
Taraflar geriliyor, kutuplaşıyor. Hatta yer yer düşman kamplar oluşuyor.
Tatsız ve sağlıksız bir durum.
Türkiye’yi bekleyen açık ve yakın
tehlike sır değil:
İstikrarsızlık çukuruna düşmek!
Bu beni çok tedirgin ediyor.
Anayasa Mahkemesi’ndeki AKP’yi
kapatma davasıyla birlikte büyük bir istikrarsızlık tehlikesi Türkiye’nin kapısını çalmış durumda. Hatta siyasal ve
ekonomik istikrarsızlığın ilk belirtileri şimdiden su yüzüne vurmaya başladı bile.
Yaşanmakta olan bu süreci ben yargısal
darbe süreci diye niteliyorum.
Bu yüzden bana kızanlar var.
Beni objektif olmamakla, hatta daha ileri gidip, kantarın topuzunu kaçırıp AKP’lilik ile suçlayanlar da malum.
Olabilir.
“Evet, ben tarafım” diyorum, “Demokrasi ve hukukun üstünlüğünden yanayım. Benim referansım demokratik hukuk devletidir. Böyle bir konuda objektif olunmaz, tarafsız olunmaz, ancak taraf olunur. Ayrıca ben, AKP’den kurtulmak için yaşanmakta olan darbe sürecinin bu ülkeye büyük kötülükler getirmesi ihtimalinden derin bir kaygı duyuyorum.”
Evet, derin kaygı ve korku!
Türkiye kendini yeniden büyük bir siyasal ve ekonomik istikrarsızlığın kollarında bulabilir.
Son örneğini 1990’larda yaşamış olduğumuz kayıp yıllar yeniden kapımızı çalabilir; çözüm üreten değil, sorun biriktiren güçsüz
koalisyon hükümetleri ya da otoriter rejimler ile değerli zamanlarımızı bir kez daha mirasyedi zihniyetiyle harcayabiliriz.
Benim kaygım ve korkum bu.
Şimdi siz çok şey söyleyebilirsiniz.
“Türkiye’yi buraya kim getirdi?” diye bağırıp
Tayyip Erdoğan’ı suçlayabilirsiniz. Eleştiri oklarını AKP’ye fırlatıp, “
İrtica ne olacak?” söylemi için düğmeye basabilir, hatta daha ileriye gidip, “
Hitler de sandıktan çıkmıştı!” diyebilirsiniz.
Hepsi malum.
Bunlar yazılıyor, çiziliyor. Ezbere biliniyor hepsi. Ayrıca bütün bunları ben de yaşıyorum herkes gibi. Mahalle baskısı çok ağır...
Benim üç sorum var size:
(1) AKP’nin kapatılması ihtimali,
demokrasi ve hukuk açısından içinize gerçekten siniyor mu?
(2) AKP’yi kapatma kararının, Türkiye’yi kötüye değil iyiye götüreceğine ihtimal veriyor musunuz?
(3) Kendinize göre haklı nedenlerle beğenmediğiniz AKP’ye ilişkin
iktidar alternatifini, darbe süreçlerinde değil, tam tersine demokrasi oyununun kuralları içinde, özgür
seçim süreçlerinde aramanın siyasal açıdan Türkiye için çok daha sağlıklı olduğu hiç aklınıza gelmiyor mu?
Üç sorum böyle...
Kulağıma çalınıyor bazı yanıtlar.
“En başta Erdoğan frene basarak, tansiyonu gerçekten düşürecek somut adımlar atsın, güvenceler versin, toplumdaki irtica kaygılarını ciddiye alarak bunları azaltıcı tutumlar sergilesin!“ seslerini duyuyorum.
Biliyorum, kimileri de öfkeli.
Olabilir.
Malum, akıllar pazara çıkmış, herkes gidip yine kendi aklını satın almış...
Aslında demokrasi tam da bunun için lazım. Siyasal
sistem olarak farklılıkları aynı
çatı altında yaşatmanın daha iyi bir yolu bugüne kadar bulunabilmiş değil.
İnsanoğlu kendi gibi düşünmeyenleri, kendi gibi inanmayanları öldürerek, yakarak, hayatı birbirine zehrederek sonunda demokrasi yolunda buluşmuş; birbirini tüketemeyeceğini anlayınca, tüm farklılıklarıyla birlikte yaşamaktan başka çare olmadığını, bizzat yaşadığı acılardan da öğrenince, demokrasi ve hukuka sarılmış...
Bizim de başka çaremiz yok.
Darbelerden, demokrasi ve hukuk dışı yollardan medet umarsak, korkularımızın bin misli gelip kapımızı çalabilir.
Bunu da lütfen unutmayın.
HASAN CEMAL/MİLLİYET