NEBİL ÖZGENTÜRK "Keyfinin derdine düşen
gazetecinin başka derdi olmaz" diyor ve ekliyor: "
Gazeteciler şımartılmış bir mesleğin çocukları. Bilgiye değil, güce değer verirler. Bugün gazeteciler, Türkiye'nin sorunlarını değil, hep kendilerini konuşuyorlar, kendi güçlerini konuşuyorlar, dedikodu yapıyorlar, kim kime ne demiş sitelerini okuyorlar. Ayakta kalmak bu ilişkilerden geçer hale geldi"
Gazetecinin imtihanı...
İnsanı yoldan çıkartan bir meslek bizimkisi.
Önce psikolojimiz değişiyor, sonra
algı dünyamız. Birden kendimizi önemli, vazgeçilmez, muktedir görmeye başlıyoruz. İktidar ve hükmetme duygusu kuşatıyor fikrimizi, duygularımızı.
Hemen meydan okumalar başlıyor. Aynı zamanda kendimizden daha güçlü olanla ilk temasta ona
boyun eğme gerçeğini de öğreniyoruz.
Güç-konum kaygısı-konfor-ilişkiler dörtlüsü her şeyi belirleyen ilke haline geliyor.
Yola çıkarken taşıdığımız duygu ve düşünceler, büyük idealler bir bir dökülüyor yollarda. Hızla bir bedelimiz oluşuyor.
Hiçbir değer üretemeyen, üretemediği gibi var olan hiçbir değeri koruyamayan
eksen kayması yaşıyoruz.
Kaygılarımız da terk ediyor bizi. Mahpus hayatı gibiyiz, kaybettikle-rimiz ya da koruyamadıklarımız karşısında içimiz sızlasa da elimizden bir şeyler gelmiyor. Zamanla teslim olmaya başlıyoruz. Öyle ki artık hiçbir şeyden rahatsızlık duymuyor, sadece ve sadece kendi konfor ve kendi hazzımızın peşine takılıyoruz.
İlkemiz ilkesizliktir bu noktadan sonra. İnsana yabancılaşma, toplumdan kopma,
demokrasiye sırtını dönme,
darbelere omuz verme... hepsi bizim dağılmış ha-limizin sonucu olarak beliriyor...
Fikirsiz ve ruhsuz bir yalnızlıktır bu yolun sonu...
Basını içimizdeki ve dışımızdaki
iktidar duygusundan korumak başlıca görevlerimizden olmalı.
Nebil Özgentürk'ün hazırladığı
Cumhuriyetten Günümüze Basının Kısa Tarihi'ni okurken aklıma düşen cümleler bunlar.
Yanılgıları çok, derdi az, kimliği belirsiz bir basın var bizde... Değerlerini yitirmiş kalabalıklar içinde kaybolmamak için sürekli teyakkuz halinde olmak ve direnmek şart...
Cumhuriyetten Günümüze Basının Kısa Tarihi'ni çalıştın. Zorlandın mı?
Çok. O yüzden basının kısa tarihi dedim. Baslığında bile kaçma var. Basın tarihi Türkiye'nin ve Türk demokrasisinin de kısa tarihini yansıtıyor.
Patronlar yok...
Hayır, patronlara girmedim. Sadece
Dinç Bilgin'den kısa bir değerlendirme aldım.
Neden
Sabah'ın patronu?
Çünkü Sabah gazetesi basın için olumluyu da dejenerasyonu da içinde barındıran bir gazete olarak tarihe geçmiştir. Örneğin ansiklopedi savaşlarında Sabah'ın
yöneticilerinin
Cengiz Çandar'a Amerika'da Milliyet'in temsilcisi Turan Yavuz'u arattırma olayı yüz kızartıcıdır. Ama aynı gazete demokraside taşlarını yerine oturtacak yayınlar yaparken 28
Şubat sürecinde andıç meselesinde yine çuvallamıştır.
Ne diyor
Dinç Bilgin?
28 Şubat sürecinde utandığım bir dönem yaşandı. Gazete kontrolümden çıktı, Sabah eski Sabah değildi. Karakterinden çok şey kaybetti. Demokrat kimliği aşınmış bir Sabah çıktı ortaya.
Andıç meselesinde masumum. Fazla direnemedik. Banka işine girmem, gazetecilik dışına çıkmam yanlıştı. Ben zincirin
çürük halkasıydım. En sağlam halka Aydın Be'ydi. Şimdi çalışanlarım villada ben kiradayım,
kredi kartım bile yok.
Namaza başladığı söyleniyor.
Kendisi değil, eşi ve kızı başlamış...
O tarihte Sabah'ın yayın yönetmeni olan
Zafer Mutlu ne diyor?
Siyasi dünya ile fazla iç içe girdik. 28 Şubat iyi olmayan, bizim de yanlış rol oynadığımız bir dönemdi. Bundan Türk basını da zarar gördü.
BİR VE ÖZKASNAK UTANMALI
Darbeciler öyle ileri gitmişler ki karargahtan telefonla gazete yönetiyorlar,
manşet değiştiriyorlar...
O bir yıl içinde Milliyet'te yaşanılanları biliyoruz. O günün yöneticileri şimdi diyorlar ki, bize büyük acılar yaşattılar.
Çevik Bir ve
Erol Özkasnak utanmalıdır.
Türkiye'nin siyasi hayatına paralel değişen bir basın var, tek parti dönemi, demokrasi dönemi, darbeler dönemi, 90 sonrası şeklinde tasnif edilebilir...
Böyle bir süreç var. Dönem değişse de basındaki aktörler ve basın kurumları süreklilik arzediyor. Bütün dönemlerde iktidarlar basını kullanmak istedi, çünkü basın güçlü ve etkin. Sansür her dönemde oldu.
TÜRKAN ŞORAY SANSÜRÜ
Basını kullanmak isteyenler ya da
sansür uygulayanlar sadece siyasi iktidarlar mı?
Hayır, reklam verenler, güç odakları,
baskı grupları,
siyasi partiler. Bu bazen
Türkan Şoray bile olabiliyor. 1970 yılında Türkan Şoray'ın özel hayatını konu olan bir haber Rüçhan Adlı tarafından engelleniyor ve yapılmıyor. O dönemde Rüçhan Bey'in büyük baskısı var.
İktidar duygusunun bu kadar öne çıktığı bir yerde basın nasıl özgür olabilir ki?
Basının özgürlüğü hayaldir, yok böyle bir şey. Her dönemde baskı ve sansür vardır ama yöntemi değişir.
Holdingleşme zaten basını bağımlı hale getirdi.
İlişkilerimiz, reklam kaynağımız diye başlıyor sözler. Yayın toplantıları oto sansürle başlıyor.
BASIN DARBELERİ ALKIŞLADI
Darbeleri
destekleyen bir basınımız var.
Maalesef öyle olmuş. 12 Eylül'ün, 28 Şubat'ın yılmaz savunucusu oldu basın. Bugün de hâlâ darbe beklentisi olan yazarlarımız yok mu?
Emin Çölaşan'a sordum "80 darbesinde ne yaptınız" diye, "12 Eylül'ü herkes alkışladı, hepimiz alkışladık" dedi. "Neden" dedim "Mecburen, ne olduğunu anlamadık, Mustafa Kemal'in ordusu geliyor dedik." Destek veren sonra eleştirmeye başladı
darbecileri. Mehmet Barlas'ın darbecileri alkışlayan yazıları vardı o dönemde ama şimdi en büyük darbe karşıtlarından.
Darbe dönemlerinde basın nasıl bir kırılma yaşamış?
Her darbede ayrı bir kırılma var. 27
Mayıs öncesinde sansürcü bir dönem var. Gazete baskıya girerken matbaadan iki tane haber çıkıyor, ertesi gün o bölümler beyaz basılıyor. Sütunları boş çıkan gazeteler var. Bu ortamın ardından darbe gelince basın darbecileri destekliyor ama darbeciler de aynı baskıyı uyguluyor. Sıkıyönetim komutanı diyor ki; Fırınların önünde toplanan insanları çekerseniz, bu milleti çökertmek içindir, kapatırım gazeteyi. Cinayet haberini yazarsanız, yolsuzluk var demektir, gazeteyi kapatırım. Muhalefetin katiyen haberleri çıkmayacak, dışarıdan hiçbir haber girmeyecek, dış haberleri ancak
Anadolu Ajansı'ndan alabilirsiniz.
12
Mart muhtırasını biraz daha iyi atlatmış basın.
Evet ama 12 Eylül'de yine sınıfta kalmış. Darbe dönemlerinde gazeteler bahanelerle kapatıldı. Örneğin Cumhuriyet,
mavi abonman biletleri ile ilgili haberler yaptığı için "Anayasayı reddediyorsunuz" diye kapatıldı.
Tek seslilik galiba 28 Şubat darbesinde kırıldı.
Evet, 28 Şubat'ta darbeyi savunan ve darbeye karşıt olanlar şeklinde ayrışma yaşandı. Darbeci
generaller yargılansın, kışlasına dönsün diye yüzakı yazılar çıktı.
Basının rolü olmasaydı, darbeler gerçekleşir miydi?
Çok zor. Basın darbe karşıtı olamasa da nötr kalabilirdi. Bu onurlu duruşu başaramadı. İhtilal sonrası
Evren, Günaydın gazetesine ziyarete geliyor, fakat patronu Haldun Simavi tepkisini göstermek için o gün gazeteye gelmiyor. Hiç değilse bu kadar bir onur olmalıydı.
CEMİYET BAŞKANI EVREN'İN ELİNİ ÖPERSE
Burhan Felek'in Gazeteciler Cemiyeti'ni ziyaret eden Evren'in elini öpmesi ne anlama geliyor?
Elini öpmediğini, hürmet gösterip eline sarıldığını, eğildiğini söyleyenler de var ama bu bile basının yüz karası. Cemiyet Başkanı darbe yapan ve o günlerde dört gazeteyi kapatan generale iltifat eden bir fotoğraf veriyor. Bize böyle kötü bir
miras kalmış. Biz basında bu gün o kültürün çocuklarıyız.
Gazete patronları nasıl bir süreç yaşamışlar?
80'lerin ortasına kadar mesleğin içinden insanlardı, mesleki kaygıları ön plandaydı ama
Özallı yıllarla birlikte
büyüme, iş dünyasına açılma, her yerde güç arayışı ve gücün de basından geçtiği düşüncesi, daha çok kazanma hırsı basına girdi. Sonraki patronlar gazetenin içeriğinden çok ilanlarıyla ilgilenmeye başladılar.
Basının gücü, gücün basını denklemi ne zaman değişti?
Basın her dönemde güçlü olduğu için iktidarlar hep bu gücü ele geçirmek, yanlarına çekmek istemişler. Bizde herkes basına ilgi duyar, iş dünyasında bazı büyük gruplar var. Onlar bu sektöre hiç girmemiş ama reklam güçleriyle, ilişkileriyle iyi yönetmişler, yönlendirmişler basını.
Türk basını genel olarak kaç parçadır?
Siyasi yelpaze basına da yansıyor. Eskiden sağ-sol şeklinde ayırabilirdik. Bugün için iktidar basını,
muhalif basın, ulusalcı basın ve bir de
Taraf diyebiliriz.
Bizde basın devletçi midir?
Devletçi değildir. Zaman zaman devletin dengelerini bozduğu ve basın iyi ki var dedirttiği dönemler de olmuş.
Türk basını karakter olarak demokrat mı?
Medyada demokrat insanlar da var ama demokratlık medyanın karakteristik özelliği değil. Bazı yönetici-yazar arkadaşlarımız bulunduğu yeri ve sorumluluğunu unutup birden bire sokaktaki insan olmaya başlıyor,
militan bir ırkçı, askerci haline geliyorlar. Bunlar ürkütüyor.
MİT'İN GAZETECİYE İHTİYACI KALMADI
MİT elemanı gazetecilerin varlığı çok konuşuldu. Yaygın mı bu?
Soğuk savaş öncesi yaygın olabilirdi ama duvarların yıkılmasıyla buna pek gerek kalmadı. MİT'e çalışan tek-tük olabilir ama yaygın bir
uygulama değildir. Bazen kendiliğinden MİT'e çalışan, elde ettiği bilgiyi "bunu devletime, MİT'ime söylemeliyim" mantığı ile düşünen gazeteciler olmuştur.
İSMET PAŞA ATATÜRK'TEN DAHA HOŞGÖRÜLÜYDÜ
Liderlerin medya ile ilişkisi nasıl bir seyir takip etmiş?
Atatürk'ün basın ile ilişkisi, tek parti döneminin, devletin oluşum tarihinin tezahürü veya zorunlu baskısı olarak özetlenebilir. İsmet Paşa daha hoşgörülü. Bedii Faik, "Bikini, mokini ebe İsmet Paşa sendeki bu ne kini" diye yazmış ve ertesi gün kendisine bir şey olmamış. Buna rağmen İsmet Paşa da adını sansür tarihine yazdırmış. Sansürü kurumsallaştıran Menderes'tir, 'besleme basın' tabiri ona ait. Özal basına bir çocuk gibi kızmış, ödenekleri kesmiştir. Kendi basınını oluşturmak için
Asil Nadir'i getirmiştir.
Demirel en hoşgörülü liderdir ama onun da fütursuzlukları vardır, "verdiysem ben verdim kardeşim" diyebiliyor. Ecevit'e teşekkür borçluyuz...
Çiller ve
Mesut Yılmaz...
Çiller kendi gazetesini çıkardı, Aydın Doğan'a, "Emin Çölaşan'la Uğur Dündar'ı sustur, istediğiniz her şeyi yapalım" dedi. Çiller siyasi tarihimizde önemli figür olamadı. Mesut Yılmaz, basınla sürekli satranç oynadı ve zamanla onun da kendi yazarları oluştu. Kendi onayından geçen bir dünya kurmaya çalıştı.
Erdoğan'a gelirsek...
Basında kendisini destekleyen yazılar görünce çok mutlu oyuyor, basınla mutluluk ilişkisi kurmak istiyor.
Erdoğan'la Doğan arasındaki
kavga nereye oturuyor?
Sustular ama bu savaşın bittiği anlamına değil, ikisinin de yıprandığı anlamına geliyor. Fakat bu kavga sürer...
Hıncal ve Özkök fenomen
Bugün medyada kimi fenomon olarak söylersin?
Böyle bir liste yaparsam başına Hıncal Uluç'u koyarım. Bugün herkesin kara dediğine yarın tam sayfa ak diyebilen, eyvallahı olmayan bir adamdır. Çök özgür bir adam.
Gücü nereden geliyor?
Üslubundaki çeşitliliğinden ve hiçbir zaman para konuşmamasından.
Medyayla en iyi oynayan kim?
Bunu hepimiz biliyoruz ama isim vermeyelim. Patron da oynuyor, genel yayın yönetmeni de oynuyor, büyük
sermaye de oynuyor, iktidar da oynuyor...
Ertugrul Özkök fenomen değil mi...
En büyüklerden biri... Büyük basın kavgalarından, büyük satrançlardan sıyrılarak çıkmış, hayatın zevklerini de aksatmadan yaşayan, kendi gazetesindeki insanları da motive eden bir genel yayın müdürü. Patronunu son derece mutlu eden bir adam...
Yayın yönetmenleri patronunu da yönetir mi?
Yayın yönetmenleri bizde her zaman patrondan daha bilinçlidir, daha bilgilidir. Tek bir istisnası vardır, Zafer Mutlu, Dinç Blgin'den daha bilgili değildi. Son yirmi beş yılda Dinç Bilgin düzeyinde entelektüel patron gelmedi.
Asil Nadir yolunacak kaz oldu
Ergün Babahan, Asil Nadir'in parasıyla bir sürü gazeteci zengin oldu diyor...
O zenginlerin çoğu rahmetli oldu. Asil Nadir dünyanın en zengin işadamlarından biri olarak Özal'ın isteği ile Türkiye'ye geldi. Hem Kıbrıs'ta hem Türkiye'de kendi basınını oluşturmaya başladı ve olmadık paralar vererek gazeteler satın almaya kalktı. Düşünün ki Özal, Zafer Mutlu'ya "orayı bırakıp Asil Nadir'le anlaşacaksın" diyor.
Gazeteleri yaşamadı ama o gazeteciler zengin oldu. Asil Nadir yolunacak kaz olarak görüldü bazı gazetecilere.
Medyayı en kötü kullanan
aile hangisi?
Uzanlar gibisi hiç olmadı. Basının yüz karasıdır o dönem. Televizyonlarından "Rum çocuğu" diye bir deyim duyduk biz... Hisar konserlerine katılmadığı için Sezen
Aksu hakkında uydurma haberler yaptılar. Kızdıkları bir yönetmene gazetelerinde "AİDS" manşeti attılar.
Gazeteciler dedikodu okuyorlar
Medya daima güçlüden ve ilişkilerini sürdürmekten yana olur ve gerçekleri anlatmaz kanaati çok yaygın bugün.
Toplumsal kirlenme basına da yansıdı. Artık eski ustalar, büyük yazarlar çıkmıyor. Hormonlu insanlar ülkesiyiz. Kifayetsiz muhterisler dönemi. Bu kadar cahil köşe yazarlığı ancak böyle bir toplumda yapılabilirdi. Bilgiye değil, güce değer veriliyor. Güç sarmalamış bu dünyayı. Bugün gazeteciler, ne Türkiye'nin ne de basının sorunlarını hiç konuşmuyorlar, kendilerini konuşuyorlar, kendi güçlerini konuşuyorlar, dedikodu yapıyorlar. Yazıyla uğraşanlar artık kitap okumayı ikinci plana attılar, kim kime ne demiş sitelerini okuyorlar. Ayakta kalmak bu ilişkilerden geçer hale geldi...
Yani gazetecilerin zevki değişti, bugün iş yapmaktan çok kazandıkları parayı harcamaktan zevk alıyorlar...
Gazeteciler parayı sever, biraz da tembeldirler. Spor yazarı da, magazin yazarı da tembeldir. Paramı alayım keyfimi süreyim diyen bir dünya kurmuşlar kendilerine. Kendilerini imtiyazlı hissederler. Bir gün başbakanla, bakanla, ertesi gün Türkiye'nin en büyük patronuyla beraber olurlar.
Başbakan, bakanını azarlar da gazeteciyi azarlayamaz. Türkiye'nin en büyük patronları bir köşe yazarına kardeşim, canım, ciğerim der de CEO'suna basar kalayı. Biz böylesine şımartılmış bir mesleğin çocuklarıyız.
Psikolojik olarak zor bir durum...
Bu bazılarımızı yoldan çıkartır, küstahlaştırır. Gazeteci tevazu sahibi olmalı, kimseye tepeden bakmamalı... Bizde en hızlı kaybolanlar mesleğin şımarttığı insanlardır. Kendisini tanrı yerine koyan üç-dört adam vardı, şimdi adlarını kimse hatırlamaz... Düşkünler yurduna gidenleri de biliyoruz. Bizde ilke şudur; iltimaslarıyla, sütunuyla, imkanlarıyla hava atan gazeteciler kaybolurlar, adıyla saygınlık oluş
turanlar kalırlar. (Yeni
Şafak)