DHKP-C’nin 2012 itibarıyla yeni bir eylemlilik sürecine girdiğini söylüyorsunuz. Bu tarihten önce örgüt ne yapıyordu?
Belirli aralıklarla eylem yapmak örgütün bir stratejisi aslında. Eylemsizlik dönemlerinde, Türkiye’den yapıya yeni dahil edilen militanlar Yunanistan’a gönderiliyor. Örgüt, ‘şehir gerillası’ mantığıyla hareket ettiği için belirli periyotlarla Türkiye’de eylem yapıyor. Eylemler, örgütün varlık sebebi. Şehir gerillasının mantığı, ses getiren eylemler yaparak kitleler üzerinde propaganda yapmak, korku salmaktır zaten. Örgütün birtakım özel günleri var. Kuruluş tarihi olan 30 Mart 1994’ün yıldönümü gibi ki bu tarih, Mahir Çayan ve arkadaşlarının 30 Mart 1972’deki Kızıldere’deki çatışmalarına refere ediliyor. 1990’ların hemen başında gerçekleşen 16-17 Nisan ve 12 Temmuz polis baskınları gibi tarihler örgütün ‘şehitler’ günü. Bunların öcünü almak için eylemler düzenleniyor. Eylem kararı Merkez Komite (MK) tarafından alınıyor. MK, ‘Şu an, örgüt olarak zor bir süreçten geçiyoruz, eğer ‘feda’ eylemi düzenlersek bu darboğazı aşarız.’ diye bir karar alıyor ve eylemler başlıyor.
Gezi Parkı olaylarıyla DHKP-C’nin eylemlerine ağırlık verdiği görülüyor.
Gezi’de farklı bir tablo ortaya çıktı. En büyüğü 26 yaşında 10 genç öldü ve bu gençlerin neredeyse tamamı Alevi’ydi. Bu, örgüt için bulunmaz bir fırsat. Örgütün, legal alanda faaliyet yürüttüğü Devrimci Alevi Komiteleri (DAK) isimli bir yapılanması var. Bu yapı, Gezi’den sonra ciddi bir propaganda yapmaya başladı. Alevilere ‘Bakın devlet sizi koruyamıyor. Gezi Parkı’nda ölenlerin tamamı Alevi. Gelin silahlanalım ve biz kendimizi koruyalım.’ deniyor. Özellikle 16-17 yaşındaki liseli gençler ciddi anlamda örgütün legal alanda faaliyet gösteren derneklerine kanalize oldu. Gezi Parkı öncesinde derneklere gelen genç sayısıyla sonra gelenler arasında ciddi bir artış var. Bir genç okuldan çıkıp, sinemaya gider gibi derneğe gidiyor.
Alevilerin DHKP-C ile sık sık anılması çok daha öncesine dayanıyor ama...
Önemli bir tarihsel süreç var. 1950 öncesinde Aleviler kırsalda yaşayan bir halk kitlesiydi. Anadolu’nun en ücra yerlerinde yaşıyorlardı. Sonra, göçle birlikte şehirlere geldiler. Şehirlerde, 68 kuşağıyla birlikte esen sosyalist sol rüzgâr sayesinde illegalite ve silahla tanıştılar. Alevi ozanları; Mahir Çayan, Yusuf Aslan, Sinan Cemgil, İbrahim Kaypakkaya ve Deniz Gezmiş için türküler yazdı, ağıtlar yaktı. Aleviler, Sovyetler’in çöküşüne kadar sosyalist solun içinde kendilerini ifade etti. Bu süreçte, Alevi dedeleri ötekileştirildi. ‘Faşist Alevi dedeleri’ şeklinde bildiriler dağıtıldı, bazı köylerde dedeler dövüldü, köylerden kovuldu. Mesela Maraş’ta bir solcu gencin bir Alevi dedesinin burnunu kestiği biliniyor ama bunlar konuşulmuyor. Dedeler, kendi gençlerinin sokağa çıkmasını, insan öldürmesini istemiyordu ama şehir hayatında kitleye hakim olamadı. Bugün dedeler, sol örgütlerin nezdinde hâlâ ‘öteki’…
Aleviler DHKP-C ile beraber anılmaktan rahatsız mı?
Alevi camiasında gerçekten örgütle beraber anılmaktan kaynaklı bir rahatsızlık var. Bu özellikle 2014 itibarıyla dillendirildi. Daha önce bir Alevi dedesinin bunu dillendirmesi mümkün değildi. AKP eski milletvekili Reha Çamuroğlu ve bazı dedeler de bunu dile getirdi ama daha uzun bir süre sol örgütlerle Aleviler beraber anılacak gibi. DHKP-C şu an Alevilerin çoğunlukta yaşadığı semtlerde etkin. ‘Etle tırnak’ gibiler. Alevilerin ciddi bir insan kaynağı vardı. Bunlar okuyan yazan gençlerdi. Örgüt bunlara zarar verdi. Bugün DHKP-C’nin 600’e yakın ‘şehit’ diye nitelediği militanı var. Bunların neredeyse yüzde 80’i Alevi. Bugün, Anadolu’nun Alevi köylerini gezin en az birkaç militanın mezarına rastlarsınız.
Mesafe koymak mümkün mü peki?
Bazı Alevi gençleri, örgütü bir manada ‘fırsat’ olarak gördüğü için mesafe koymaları zor görünüyor. Aleviler, yıllardır devletten gerekli desteği alamıyor. Cemevleri, dedelerin statüsü gibi diğer talepleri hâlâ gerçekleşmiş değil. Bütün Alevi gruplarının mutabık olduğu sekiz madde var ve bunlar bir türlü yerine getirilmiyor. Bülent Ecevit bile zamanında aynı hataya düştü. ‘Önce kendi aranızda birlik olun, sonra bize gelin.’ dedi. Bu doğanın kanunlarına aykırı. 15-20 milyon Alevi’nin aynı çizgide buluşması mümkün mü? Bugün sağ muhafazakârların hepsi aynı çizgide mi? Değil. Bu devletin bilerek, isteyerek Alevilik mevzuunu çözümsüzlük sürecine sokmasından başka bir şey değil. Bu da Alevi gençlerin marjinalleşmesine sebep oluyor ve DHKP-C’yi fırsat olarak görmelerini sağlıyor. Hal böyle olunca mesafe koymak imkânsızlaşıyor. Alevi gençlerini, DHKP-C’nin kucağına devlet itiyor.
Dünyada sol silahlı örgütlerin önemli kısmı silahı bıraktı ya da tasfiye oldu. Türkiye’de bu neden gerçekleşmiyor?
Dünyadaki silahlı mücadelenin artık bitiyor olmasındaki en büyük etken, Sovyetler’in çöküşü. Sovyetler’in çökmesi, Çin’in kapitalist sistem içine entegre olması, Maoizm’in gerilemesi dünyadaki bütün silahlı mücadeleleri depresyon sürecine soktu. Şu an Hindistan ve Kolombiya’da birkaç sol örgüt kaldı. Dünyanın değişik yerlerinde küçük lokal gruplar var ama etkili değil. Türkiye’de DHKP-C’nin var olmasının sebebi devlet reflekslerimizle ilgili.
DHKP-C’nin yeniden dirilmesini devlete mi bağlıyorsunuz?
Örgütün merkez komitesinde bile MİT’e çalışanlar olduğu iddialarını düşününce, bu soruya ‘evet’ demek kaçınılmaz oluyor. Eğer biz 90’ları yaşamasaydık, Sovyetler çöktükten sonra şeffaflaşma konusunda Batı’ya daha iyi entegre olsaydık, 90’lı yıllarda militanlara cezaevinde işkence yapılmasaydı, örgüt evleri basılıp militanlar yargısız infaza kurban gitmeseydi militanlar bu kadar radikalleşip, devlet düşmanı olmazdı. Bunu bizzat devletin güvenlik kanatlarından dinledim. Pişmanlık içinde şunu anlattılar: ‘Özellikle kadın militanların çantalarına doğum kontrol hapı ve prezervatif atıyorduk.’ Bu, siyasi davadan tutuklanan biri için fevkalade onur kırıcı bir durum. Mesela bunu, DHKP-C’nin üst düzey militanlarından tıp öğrencisi Gülnihal Yılmaz’a yapmışlar. Gülnihal, bir albayın kızıydı ve 2002 yılında ölüm orucunda öldü. Muhtemelen, çantasına konan haplar onurunu kırmıştı.
Anladığım kadarıyla örgütün en aktif olduğu yıllar 90’lar. Sonra ise duruluyor…
Bu durumu, 90’ların özel şartları içinde değerlendirmek gerekiyor. Belki de kitabın en önemli bölümlerinden birisi Dursun Karataş’ın kaçış hikâyesi. Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Daire Başkanlığı, Karataş’ın kaçacağını tam 10 gün önce acil koduyla tüm birimlere yazıyor. Tam da bu sırada, MİT İstanbul bölge müdürlüğü devreye giriyor ve Karataş’a, ‘Bize çalışırsan sana yol veririz.’ diyor. O dönemde, MİT İstanbul ve Ankara bölge müdürlükleri arasında ciddi bir rekabet var. Ankara, İstanbul’a, ‘Biz Çatlı’yı devşirdik. Çatlı bize çalışıyor.’ diyor. Bir manada hava atıyor. İstanbul da, ‘Bize çalışır mısın?’ teklifini TİKKO’cu Baba Erdoğan ve Dursun Karataş’a yapıyor. Benim edindiğim bilgilere göre, ikisi de kabul ediyor ama kaçar kaçmaz MİT’e büyük bir gol atıp, bağlantılarını kesiyorlar. Tabii sonrasında Devrimci-Sol’un işlediği onlarca önemli cinayet hâlâ bir şaibe. 90’lardaki terörle mücadele yöntemi, 2000’lerin başıyla birlikte yerini daha insani yöntemlere bırakıyor. Emniyet içindeki terör-istihbarat polisleri, militanlara önce insan olarak baktı. Gözaltına alınanlarla ilgilendiler, yemeklerini paylaştılar. İşkence 2000 sonrasında terör ve istihbarat birimlerinde yasaklandı. ‘Militana bir tokat bile atan olursa kovulur’ şeklinde brifingler verildi.
Dursun Karataş’ın bu yasağı delmeye yönelik bir planı olduğunu okuyoruz kitapta...
O dönemde örgütün iç yazışmalarında Dursun Karataş’ın geçtiği bilgi notları da var. ‘Polis yani ‘düşman’ yeni bir strateji uyguluyor. Artık militanlara işkence yapmıyor. Militan kadroda ciddi bir çözülme var.’ şeklinde bir not gönderiyor örgüt Karataş’a. O da ‘Yoldaşlar ne yapıp etsin düşmanın (polis) zor kullanmasını sağlasın…’ notunu gönderiyor. İşkence örgütün bir diğer varlık ve motivasyon sebebi. Sokağa yeni bir sempatizanı çıkardığınızda, orada polis şiddetiyle karşılaştığında devlet düşmanı oluyor.
Örgütün yeni eylem yapması bekleniyor mu?
Örgüt, son dönemlerdeki açıklamalarında adı yolsuzluklara karışan bakan ve çocukları hakkında bildiriler yayınlıyor. Bu, pek alışkın olmadığımız bir dil aslında. Bu konuda devletin güvenlik birimlerinin teyakkuzda olması gerekiyor. Örgüt, muhtemel bir suikast planı üzerinde çalışma yapıyor olabilir.
MİT’ten Zeki Müren’e adalar turu
Kitaptaki Zeki Müren’in MİT’e istihbarat topladığına dair bilgiler şaşırtıyor...
Zeki Müren’in plandan ne kadar haberi var bilmiyorum. 1967’de MİT’çi Mustafa Hiram Abas, Yunanistan’a gönderiliyor. Türkiye’nin Kıbrıs meselesinden dolayı Yunanistan ile arası gergin. Mustafa Hiram Abas, iki askeri kendine angaje ediyor ve Yunan ordusuyla ilgili ciddi bir istihbarat alıyor. Sonra Yunanlı bir sanatçı, Abas’a Zeki Müren ile tanışmak istediğini söylüyor. Abas, hemen organize ediyor, Zeki Müren kabul ediyor. Bu iki sanatçı bir hafta boyunca Yunan adalarını yatla geziyor. Bu tabii sadece bir yat gezisi değil. MİT, sanatçıların yanına bir koruma/fotoğrafçı veriyor. Bütün Yunan adalarının, füze rampalarının, askeri noktaların, mühimmatın fotoğrafları çekiliyor. Teknolojinin hayli sınırlı olduğu bir dönemde ciddi bir sınır ötesi operasyon yapılmış oluyor.
Önce Allah’a sonra örgüte güveniyorum!
Daha önce örgütün içinde aktifken, bugün geriye çekilmiş isimlerin konuşmama, konuşsa da isim vermek istememesinin sebebi ne?
Korku. Kitapta, mesela özel bir fotoğraf var. Ben bu fotoğrafa bakınca hüzünleniyorum. O insanları araştırıp, yakınlarıyla görüşünce hüzün daha da artıyor. Neden mi? O fotoğrafta Cafer Solgun’un abisi Hüseyin Solgun, Dursun-Sabahat Karataş, İbrahim-Sevgi Erdoğan, Bülent Uluer var. Devrimci-Sol’un bütün kurucu kadrosu o fotoğrafta. Paşa Güven ve Dursun Karataş mesela. Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen iki arkadaş. Ama baktığınızda Paşa Güven’i Dursun Karataş’ın lideri olduğu Devrimci-Sol öldürüyor. Hüseyin Solgun’un şu an hiç kimseyle görüşmediği, içine kapandığı söyleniyor. Bugün, Devrimci-Sol adını duyduğunda köşe bucak kaçan, konuşmak istemeyen, konuşsa da ‘Aman ha adımı sakın yazma’ diyenler var. Böyle bir korku imparatorluğu oluşturulmuş.
Peki, siz korkmuyor musunuz?
Örgüt bugüne kadar hiçbir gazeteciyi öldürmedi. Hatta kendi yayınlarında, ‘Bizim hakkımızda olumsuz şeyler yazan burjuva gazete ve gazetecilere bugüne kadar hiç dokunmadık, dokunmayacağız.’ diyorlar. O yüzden önce Allah’a sonra örgüte güveniyorum!
‘Düşünsene bir saat sonra kahraman olacağız’
Sultanahmet’te Turizm Şube Müdürlüğü’ne düzenlenen eylemle birlikte canlı bombalar yeniden gündeme geldi…
O saldırıda emniyet teşkilatı sınıfta kaldı. 19 gün oldu ve hâlâ kadının hangi örgüt militanı olduğu belli değil. Eğer DHKP-C olsaydı, bunu yüzlerce kez devletin en üst yetkilileri söylerdi. IŞİD’ci olabileceği söylendiği için, yetkililer de çıkıp konuşmuyor. Ayrıca eski emniyet kadrosu olsa, bu kızın Elif Sultan Kalsen olmadığını çok rahat tespit ederdi. Eski kadrolarda öyle emniyetçiler vardı ki, militanların ayakkabı numarasına kadar bilirdi. Terörle mücadele birikim işi. O polisler, militanların ailelerini, nasıl bir sosyokültürel yapıdan geldiklerini bilirdi. Bu kadro bir anda tasfiye edilince, yeni gelenler komik hatalar yapıyor.
Bir insan nasıl ve neden canlı bomba olur? Bu motivasyonu nereden alıyorlar?
Örgüt, varlığını kitlelere ismini duyurarak devam ettirmek zorunda. Özellikle canlı bomba eylemleri örgütün tabanında ciddi tesir uyandırıyor. Halklar için gidip kendi bedenini patlatmak, militanlara göre kutsal. Bir de örgüte yeni katılan bir militan hemen canlı bomba olmuyor. Önce sokakla, polis şiddetiyle tanışıyor. Sonra fişleniyor, iş bulamıyor, hapse giriyor. Hapiste örgütsel bilincini artırıyor. Bir noktadan sonra radikalleşip, devlet düşmanı haline geliyor. Bunun öncesinde örgütle tanışan militanların ilk etapta aileleriyle bağları kesiliyor. Bir süre sonra her şeyleri örgüt oluyor. Sadece örgüt için yaşamaya başlıyor ve örgütün vereceği her eyleme hazır hale geliyorlar. Canlı bomba olmak bu basamakların zirvesi ve onlar için bir kahramanlık. Her yıl anılacak, her yere fotoğrafları asılacak vs. bu cazip geliyor. Canlı bombaların psikolojisini araştırırken Paradise Now diye bir film izledim. İki canlı bomba arasındaki diyalog çok ilginçti: Bir diğeri ‘Düşünsene bir saat sonra kahraman olacağız’ diyor. Bilinçaltında bu var.
Bir diğer eylem, Dolmabahçe’de polislere yapıldı. DHKP-C’li Fırat Özçelik, Berkin Elvan adına slogan atarak gözaltına alındı.
Berkin Elvan’ın ölümü etrafında oluşan toplumsal mutabakat, muhafazakâr çevrede etkili oldu. Sonuçta, bahse konu olan genç 15 yaşında 16 kiloda ölen bir çocuk. Berkin Elvan adına slogan atınca DHKP-C’li militan, insanlardaki sempatiyi olumsuz etkiledi. Bu da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın işine geldi. Çünkü Berkin Elvan deyince, üç hafta boyunca süren koltuğunu kaybetme korkusunu, her şeyin yakılıp yıkılmasını hatırlatıyor ona. Erdoğan bu yüzden Berkin Elvan’dan nefret ediyor. Zihninde Gezi Parkı eşittir Berkin Elvan var. Bu sağlıklı bir ruh hali değil.
Fehriye Erdal hayatta ve artık legal oturumu var
Sabancı cinayetinin faillerinden Fehriye Erdal’ı Türkiye’nin almadığını söylüyorsunuz. Fehriye Erdal neden alınmak istenmedi ve şu an nerede?
Fehriye Erdal, Hollanda sınırına sadece birkaç kilometre uzaklıkta bir Belçika kasabasında yaşıyor. Fehriye Erdal bile isteye alınmadı. 1999 yılında, Knocke Heist’te yakalandığında Belçika İstihbaratı Türkiye’ye, ‘Size bu kadını vereceğiz ama bir isteğimiz var. Bu kadının Türkiye’de önemli bir cinayete karıştığını anlatan bir dilekçe, silahların kriminal raporları ve kamera görüntülerini gönderin.’ diyor. Belçikalı istihbaratçılar, üzerine basa basa gönderilen dilekçenin uzun olmamasını, örgütsel bir kapsama sokulmamasını istiyor, şifahi olarak.
Peki ya sonra ne oluyor? MİT koca bir klasör gönderiyor Belçika yetkililerine! DHKP-C’nin ne zaman kurulduğu, eylemleri, militanları anlatan koca bir klasör! Siz, bunun arkasında iyi bir niyet arar mısınız? Biz, Fehriye Erdal’ı, terör örgütü üyeliğinden değil de cinayete yardım ve yataklıktan isteseydik şu an almıştık. Zaman