Çok güldüm ama
Geçen hafta
etiket' title='Sinan haberleri'>Sinan Çetin’den bir zarf geldi.İçinde bir DVD vardı ve üzerine
küçük bir yazı yazmıştı:
"Sevgili
Ertuğrul, bu film son günlerde çok konuşuluyor. Senin de seyretmeni istedim."
ALTI BUÇUK DAKİKALIK BİR FİLMDİ.
Konusu da şöyleydi:
1930’lu yıllarda
Anadolu’nun bir yerinde, bir evde, kadınlı erkekli bir grup
müzik çalıyor ve türkü söylüyor.
Ortada
bağlama çalan bir erkek var.
İki yanında tef çalan kadınlar, arkada dinleyiciler.
Birden kapı açılıyor ve içeri
jandarmalar giriyor.
Tüfeklerini türkü söyleyip eğlenen insanlara çevirip, "Siz burada ne yapıyorsunuz" diye soruyor.
Jandarma tarafından basılmış olmanın verdiği korkuyla gözleri büyüyen erkek, "
Türkü söylüyoruz" diyor.
Jandarma, "Bilmiyor musunuz türkü söylemek
yasak" diyor.
Sonra jandarmaların
komutanı, elindeki bir káğıttan, türkü ve Türk müziğinin yasaklandığını, bunun yerine çoksesli
yabancı müzik çalınacağını anlatan kanunu okuyorlar.
Arkasından da hangi müziklerin çalınacağını, isimlerini zar zor ve çok da
komik telaffuz ederek anlatıyorlar.
Johann Sebastian Bach, Friedrich Handel, Gustav Mahler...
Tabii Tchaykovski’nin adını bir türlü okuyamıyorlar ve çok komik durumlara düşüyorlar.
Olay böyle devam ederken, erkek, "Bunu biz de çalarız" deyip,
Mozart’ın 40’ıncı senfonisini bağlamayla çalmaya başlıyor.
Tabii jandarmaların suratına komik bir hayret ifadesi oturuyor.
Komutan, "
Beethoven da çalabilir misin" deyince adam bağlama ile "Dokuzuncu senfoninin Neşeye övgü" bölümünü çalmaya başlıyor.
Ama tam bir oyun havası ritmiyle.
Biraz sonra yanındaki kadınlar ve arkadaki dinleyiciler de buna katılıyor.
Son sahnede ise jandarmalar da silahı bırakıp oynamaya başlıyor.
O sırada görüntünün üstüne bir yazı yerleşiyor.
Mealen şöyle bir şey:
"Halkın müzik zevkini zorla değiştirmeye çalışanlar böyle komik duruma düşerler."
* * *
Filmi üç defa seyrettim. Çok güldüm. Hem de çok çok güldüm.
Ama
itiraf edeyim, içindeki
mesajı hiç beğenmedim.
Tam aksine, geçen gün yazdığım
Ankara’daki tesettür müsameresi kadar bayağı buldum.
Yani arkadaşım
Sinan Çetin, her zaman olduğu gibi sinematografik dehasını ortaya koymuş, ama bu mesaj ona pek yakışmamış.
Koskoca
Cumhuriyet projesi, küçük bir "Gag" uğruna harcanıp gitmiş gibi geldi.
Bilmiyorum belki de, bugünlerde gördüğüm sakilliklerin bende yarattığı düş kırıklığı böyle bir algılamaya yol açtı.
* * *
Tesadüf aynı günlerde
Zülfü Livaneli’nin "Sevdalım
Hayat" kitabını okuyordum.
Orada, "Çoksesli müzik günahına ilk adımlar" başlıklı bir bölüm var.
1974 yılı baharında Zülfü Livaneli,
Paris’te Komünist Partisi’nin "Avant Garde" bayramına davet edilmişti.
Bakın Livaneli o günü nasıl anlatıyor:
"Bana akşamüstü sıra geldi. Ünlü Blood, Sweat and Tears topluluğundan önce sahneye çıkacaktım. İlk kez böyle bir kalabalığın önünde çalıyordum. Názım, Hiroşima, Pir Sultan derken sazın sesi parkın üzerinden akıp gitti. İnsanlar dinlediler ama ben şahsen çok da mutlu ayrılmadım. Çünkü bizim için önemli olan sözleri anlamalarına imkán yoktu. Saz da tek başına gerekli etkiyi yaratmıyordu. Hele hele biraz sonra Blood, Sweat and Tears grubu gök gürültüsü gibi gürleyince, bu geleneksel tarzı değiştirmenin şart olduğunu anladım.
Yunan grupları buzukilerini tabanca gibi orkestraların önüne koyuyorlardı. Oysa biz tıngır tıngır bir saz eşliğinde şiir söylüyorduk. O gün Paris’teki parkta
rock gruplarının müziğini dinleyerek dolaşırken, kafamda müzikal bir yapı şekillendi. Ne pahasına olursa olsun
halk çalgılarının kullanıldığı armonik ve ritmik bir üslup yaratacaktım."
* * *
O gün ben ve eşim
Tansu da Avant Garde Bayramı’nın yapıldığı o parktaydık.
Türk
Öğrenci Birliği için açtığımız stantta bir şeyler satıp birliğe para toplamaya çalışıyorduk.
Zülfü Livaneli hatırlamıyor ama o gün tanışmış ve ben de kendisine, "Sazla uluslararası alana çıkamazsınız. Niye gitar kullanmıyorsunuz" demiştim.
Meğer o da benzer şeyler düşünüyormuş.
Livaneli, çoksesli müziğe geçtikten sonra dünyaca tanınmış bir
sanatçı oldu.
Onun müziğini her geçen gün daha iyi anlıyor ve daha çok seviyorum.
Sinan Çetin’in filmini seyrederken işte o günleri hatırladım.
ERTUĞRUL ÖZKÖK/HÜRRİYET