Yavaş yavaş otokratik bir rejime dönüşen Türkiye Cumhuriyeti devleti için bir çıkış yolu var mı? Yolsuzluk ve rüşvet operasyonu sonrası kaotik bir ortama sokulan ülkede Cumhurbaşkanlığı seçimi ve sonrası nasıl bir manzara beklenmeli? Samanyoluhaber.com yazarı Aydoğan Vatandaş kaleme aldı...
İşte o yazı
***
Çıkış yolu var mı?
Türkiye’nin içine düştüğü karanlık dönemden çıkış yolu var mı? 17 Aralık’tan bu yana yaşananlar, 30 Mart seçim sonuçları, Erdoğan’ın sürekli toplumu geren uslubuna hız kesmeksizin devam etmesi, Abdullah Gül’ün siyasetten çekilme kararı alması, Kürt meselesinin çözümünün Erdoğan’ın kariyer hesaplarına endekslenmesi ve Reza Zarrab’ın tüm gayretlerine rağmen kapanmayan cari açığın- eninde sonunda bir ekonomik krizi tetikleyeceğinin gün gibi ortada olması, Türkiye’nin kaotik bir ortama girdiğinin en belirgin göstergeleri.
Türkiye bu karanlık kaotik ortamdan çıkabilir mi?
Üzülerek söylüyorum, şimdilik bunun emareleri görünmüyor. Erdoğan’ın kafasındaki gelecekte demokratik bir Türkiye yok. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de kazanma ihtimali oldukça yüksek. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması durumunda, Bakanlar Kurulu'na da başkanlık edeceğini ima ettiğine göre anayasaya uysun ya da uymasın, ülkeyi apaçık kafasına göre bir Başkanlık sistemiyle yöneteceği anlaşılıyor.
Bu süreçte ülkenin kontrol altına alınmamış demokratik kurumlarının da Erdoğan’ın tercihlerine göre şekillendirilmeye çalışılacağını tahmin edebiliriz. Bunların başında kuşkusuz Anayasa Mahkemesi geliyor.
Kontrol altında tuttuğu medya makinesi istediği herkesi şeytanileştiren bir araç olarak var olmaya devam ettikçe, Erdoğan gücünü devam ettireceğinden emin. Zamanla, MİT, Emniyet ve Dış İşleri bürokrasisini tamamen kendisine sadakatle bağlı kadrolarla şekillendirmek isteyecektir.
Erdoğan bu süreçte, uzun vadede alacağı tutumu kestiremediği Türk Silahlı Kuvvetleri’ni tesiri altına almak için buna uygun bir retorikle hareket üretiyor. Millici söylemler, dış düşman senaryoları, ulusal güvenliğe sıklıkla yapılan atıflar, Ergenekon sanıklarının serbest bırakılması, Cemaat düşmanlığında sınır tanımama, büyük Türkiye söylemleri, Erdoğan ve ekibinin, Tek Adam Türkiyesi’ne giderken Türk Silahlı Kuvvetleri’ni kazanma taktikleridir.
Bu süreçte, İlker Başbuğ’un Cumhurbaşkanlığı’na adaylığı söz konusu olursa, bunun da aslında ‘ölümü gösterip, sıtmaya razı etmek’ bağlamında bir seçim taktiği olacağını hiç aklınızdan çıkarmayın.
Her türlü farklı siyasi görüşten insanımızın vergileriyle yayın yapan Devlet televizyonlarının, Erdoğan’ın kontrolünde olduğu, ihale ve kent rantı üzerine oturan medya düzeninde, sandıktan herhangi bir sürpriz çıkması artık çok zor.
Erdoğan’ın gücün tek sahibi olarak belirdiği bir siyasi rejimde neler olacağını tahmin etmek için siyasi deha ya da kahin olmaya gerek yok. Zaten bir Ortadoğu ülkesi haline gelmiş ülkemizde de, diğer Ortadoğu ülkelerinde de benzeri rejimler ortaya çıktığında neler yaşandıysa bizde de üç aşağı beş yukarı onlar yaşanacak.
Öncelikle, Erdoğan’ın açıklarını bilen ve güven vermeyen en yakınındaki isimlerin yavaş yavaş tasfiye edileceğini göreceğiz.
Erdoğan sandığı bir umut olarak gören ve kendisine karşı sesini yükselten bütün toplumsal kesimlerle, (Aleviler, Cemaat, Liberaller, laik muhalifler) hesaplaşmaya gidecektir. Nitekim Erdoğan’ın bu hesaplaşma retoriğine uygun olarak toplumda bir sosyoloji bir kimlik de ürettiğini gözlemliyoruz.
Dolayısıyla, tek adam sisteminin egemen olduğu ve çeşitli toplumsal kesimlerin baskılandığı bir düzende, iç çatışma ihtimali olasıdır ve şiddetten, gerginlikten beslenenler bu süreci istiyor da olabilirler.
Bugün Erdoğan’la aynı safta gözüken Kürtlerin safı da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra belli olacaktır.
Erdoğan, kanımca Kürt oyların önemli bir kısmını çantada keklik gördüğünden, asıl milliyetçi oyları riske etmemek isteyecektir. Erdoğan’a oy veren milliyetçi kesimler, Erdoğan’ın PKK’ye bir özerklik vereceğine inanmamaktadır. Türkiye bu tür bir özerklik sürecine girerse, Erdoğan milliyetçi muhafazakar kesimlerin gözünde aslında Küresel sistemin özerkliği ve uzun vadede bir Kürt devleti sürecini meşrulaştırmak için kullandığı bir figüre dönüşecektir. Nitekim özerklik sürecinin küresel sistemin Erdoğan’ı tolere etmesinin nedenlerinden biri olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusudur.
Erdoğan’ın etrafındaki bazı İttihatçı-Enverist çizgiye yakın oldukları gözlemlenen isimlerin ise, özerklik konusunda nasıl bir tutum alacakları doğrusu merak konusu.
Özerklik verilsin ya da verilmesin, Kürtlerin kendi gelecekleriyle ilgili olarak artık bir aktör haline geldikleri ve inisiyatif sahibi oldukları artık çok net. Dolayısıyla bu konu da hala bir çatışma dinamiği olarak karşımızda durmaya devam ediyor.
Türkiye toplumu 1950’de çok partili sisteme geçtiğinde demokrasiye geçtiğini sanıyordu. Oysa, demokrasinin olmazsa olmazları olan, özgür basın, ifade özgürlüğü, kuvvetler ayrılığı gibi demokratik kurumların ne denli önemli olduğunu onları kaybettiğinde anlayacak.
Dünkü yazısında, Bülent Keneş, Erdoğan’ın ‘10 Ağustos’ta Türkiye ilk Başkanını seçecek’ sözleriyle ilgili olarak, ‘Pardon ama rejim değişti de haberimiz mi yok?’ diye sormuş.
İşte o noktadayız.