Gazeteleri boykot çağrısı
Netameli bir konuya girdiğimin farkındayım; ancak zor zamanda konuşmak, üstelik lafı eğip bükmeden konuşmak böyle zamanlar için gereklidir.
Zor zamanda konuşmak diyorum; çünkü
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ’Yalan haber yazan
gazeteleri evinize sokmayın’ çağrısı, meseleyi bir siyasî partiye ve bir medya grubuna odaklamış oldu. Konuyu buradan kopararak tartışabilsek Türk medyası muazzam bir mesafe alacak. Müsaadenizle önce manzarayı kısaca özetlemek isterim; sonra bir boykot çağrısı da bu satırların yazarından gelecek. Bakalım bu çağrıya kimin yüreği yetebilecek?
Başta şu tespitimi aktarmak zorundayım: Tayyip Erdoğan bu çağrıyı başbakan sıfatıyla yapmadı; lideri olduğu siyasî parti adına yaptı. Tarihî tecrübeyle sabittir ki başbakanlar basına
baskı oluşturmak istediğinde halka çağrı yapmaz; onun yerine baskıcı yasalar çıkarmayı
tercih eder. O metot daha etkileyicidir. Bahsi geçen konuşmanın mekânı da muhatabı da önemli bir ayrıntı. Çağrı,
AK Parti Ankara İl Teşkilatı’nda ve parti başkanı sıfatıyla parti mensuplarına hitaben yapıldı. Zaten o yüzden Erdoğan, ’Parti mensubu arkadaşlarımdan ricam...’ diyor.
Çok daha önemli bir konu var: Tayyip Erdoğan, yalan haber yazan gazeteleri boykot çağrısı yaparken bir medya grubunun adını zikretmedi. "Yalan ve yanlış haber yapan" vurgusunu çok kuvvetli bir şekilde yapmaya çalıştı. Son haftalardaki Erdoğan-Doğan tartışmasına binaen herkes ’Bu
Doğan Grubu’dur’ diyor. Üstelik Doğan Grubu da ’Bizi kastediyor’ diyerek öfkeli hamleler yapıyor, ilişki içinde oldukları meslek örgütlerini (yurtdışındaki meslek örgütleri başta olmak üzere) devreye sokuyor. Eğer konuyu bu duygusal zeminden ve alınganlıktan kurtarabilsek önemli adımlar atılabilir ve Türk basını büyük bir badireyi atlatmış sayılır.
Yalan haberle mücadele şart
Açık söyleyeyim; mesele bir siyasî parti ile bir medya grubu arasında sıkıştırılmış olmasa ’yalan ve
iftira haberler’ konusunda yapılacak her makul çağrının doğru olacağına inanıyorum. Sivil bir çağrıya ihtiyaç var aslında. Çünkü gazetelerin asıl denetçisi
tüketicidir. Bu bakımdan gecikmiş bir
toplumsal tepkiden bile bahsetmem mümkün. Neden mi?
Türkiye’de yalan haber de var; iftira haber de! Türk medyasının sabıkası hiç de
temiz değil. Darbe kışkırtıcılığından özel hayata müdahaleye kadar her türlü yanlışta maalesef Türk basınının
parmak izi bulunuyor. Bırakın 60
darbesini, 71
muhtırasını ve 80 ihtilalini, sadece 28
Şubat’ta ve e-muhtıra döneminde yapılan haberler bile kirlenmenin ne kadar kesif ve ufunetli olduğunu gösterecek kadar barizdir. Bir gecede medyatik lince tabi tutulanlar, özel hayatları altüst edilen insanlar, itibarı sarsılan ve telafisi mümkün olmayacak kadar zarara uğratılan markalar... Türk medyası, kuruntular ve avuntular eşliğinde hatalarını sürekli örtbas ediyor, aynaya bakamıyor. Ara rejimlerde giyotine gönderir gibi sunaklar haline getirdiği ve andıçlar eşliğinde feda ettiği meslektaşlarını hatırlasa medyanın başını öne eğmesi için yeter.
Yatsıya kalmadan sönen mumlar
Yanlış anlaşılmasın; her şey çok kötü ve Türk medyası çok berbat deyip kestirip atmıyorum. Ancak, Türk basınında sorumsuz yayıncılığın diz boyu olduğunu da atlamayalım. Bir zamanlar bu feci durum fark edilmiyordu; lakin bu sistemin devam etmesi artık imkânsız. Zira kitle
iletişim araçlarında büyük bir zenginlik ve çok seslilik gözleniyor. Artık kimse
manipülasyon yapamaz; yapsa da diğer bilgi kaynakları adama dünyayı dar eder. Bu saatten sonra hiç kimse okurunun ve seyircisinin alacağı bilgiye ’
beyin yıkama ve militanlaştırma’ işlemi olarak bakamaz; çünkü artık her bilginin çapraz kontrolleri yapılıyor ve yalancının mumu yatsıya kalmadan sönüyor...
İletişim çağının son imkânları ve sunduğu zenginliği görenler, kendini yenilemek, yalancı
çoban rolünden sıyrılmak zorunda. Malumunuz, yalancı çoban o kadar çok yalan konuşup halkı köy meydanına çağırmış ki, insanlar bîzâr kalmış ve artık çobanın can havliyle istediği yardıma bile
kulak asmaz hale gelmiş. Bir şeyleri düzeltmek için hâlâ fırsat var, hâlâ Türk medyası güven tazeleme konusunda avantajlara sahip. Ancak eski alışkanlıkların keyfini sürmek isteyen
küçük bir zümre -bütün medya gruplarında bulunabilir bu zihniyet- eski usul üzerine yazıp çizmeye devam ediyor. Muhatabına sorulmadan yazılan haberler, tam araştırılmaksızın ve çapraz bilgi kontrolü yapılmaksızın paylaşılan bilgiler, belli güç odaklarına
boyun eğilerek yazılan yorumlar, şirket menfaatleri göz önüne alınarak girilen ilişkiler... Maalesef bütün yanlış yayınların bir tortusu kalıyor geriye ve hata, sadece yapanın değil, meslekteki herkesin itibarını sarsıyor.
’Yalan ve iftira haber’den kurtulmak için ne yapmalı? Bir kere şunu açıkça tespit etmek lazım: Bu işi siyasetçilere bırakmadan medya kendisi çözmeli. Bu ülkede adam gibi meslek örgütleri olsa ve bu örgütler grup menfaatlerini ve hegemonyasını aşabilse bir boşluk doğmayacak. Ortada kara delikleri bile küçük gösterecek bir boşluk var ki, meseleye başkaları da müdahil oluyor. İletişim fakülteleri de gereken bilimsel çalışmaları yapmıyor maalesef. Haksız yayın, yapanın yanına kâr kalıyor. Okurunu aldatan, karşısında ilmî bir araştırma bulmalı ve kamuoyu kimin sansasyonel yayın yaptığını, kimin toplumu manipüle ettiğini tarafsız ve bilimsel araştırmalar sonunda görmeli. O da olmuyor ne yazık ki!
Ombudsmanlık sistemimiz bile grup menfaatlerini aşamıyor: Öyle ombudsmanlık mı olur? Ombudsman dediğin gruptan bağımsız olacak ki lafı eveleyip gevelemesin. Bir köklü gazete 2004 yılında ombudsmanını kapı dışarı ediverdi de kimseden çıt bile çıkmadı. Şimdi kim inanır bu sistemin bağımsız ve cesur olduğuna? Mesele sadece
iktidar-medya ilişkisi ile sınırlı değil ki! Reklâm dağılımına bir bakın, nasıl bir haksız
rekabet olduğunu göreceksiniz. Nasıl bir ilişki ağı var ki bu memlekette reklâmların
aslan payını hep birileri alır ve bu işi yöneten bütün kurumlar belli yerlere çalışır? Soru çok, sorun çok. Konuyu sadece siyasete odaklamak başımızı kuma sokmak anlamına gelir...
Gerçekleri görelim lütfen:
Basından haksız bir şekilde canı yanan çok insan var bu ülkede. Ticarî itibarı yerle bir edilmiş dürüst çok
işadamı var bu ülkede. Gereksiz yere yaftalanmış çok sayıda kuruluş var bu ülkede. Özel hayatı paramparça edilmiş ve hakarete maruz kalmış çok sayıda vatandaşımız var bu ülkede... Bu yanlışları düzeltmek lazım ki, meslek dışından birileri meseleye müdahil olmasın. Zaten basına dışarıdan müdahaleye halkın tepki vermemesi, hatta bütün medya gruplarının meseleyi
basın özgürlüğü içinde değerlendirmemesi basın hakkında oluşan negatif imajla ilgilidir.
Kampanya çağrısı
Siyaseti meselenin dışına çıkararak şöyle bir
kampanya başlatalım mesela: Ey Türk milleti! Her kim yalan ve iftira haberleri ısrarla yapıyorsa onu okumayın, seyretmeyin; boykot edin! Bu çağrıyı gazete yöneticileri yapmalı; hatta genel yayın yönetmenleri el ele vermeli, kamuoyu huzuruna çıkmalı ve demeli ki: ’Yalan ve iftira tarzı haberler bir gazetede ya da bir televizyonda alışkanlık haline gelirse lütfen
sivil tepkinizi gösterin ve bizi
protesto edin! Hangi gazete yaparsa yapsın ya da hangi TV kanalı bu insanlık suçunu işlerse işlesin biz basın mensupları ve yöneticileri artık yalan yanlış bilgi verdiğimizde; halktan gelecek toplumsal ve demokratik tepkiye razı olacağız.’ İşte bunu söyleme cesareti gösterebildiğimiz gün medya üzerine hiç kimse baskı kuramaz.
Tabii ki
iş kazaları olur, tabii ki hatalı haberler çıkar; yeter ki art niyet olmasın ve yanlış bilgi hemen düzeltilsin. Bu ülkede gazeteciler, meslektaşları hakkında bile yalan yanlış hatta iftira sayılabilecek iddialar dile getiriyor. Gazeteciler birbirine saygı duymazken kim bu mesleğe saygı duyar ki! Birileri eline geçirdiği kara bir kömürle herkesin alnına bir kara çalıp dolaşıyor ve buna ’basın özgürlüğü’ diyorsa ne kadar inandırıcı olabilir ki! Yalan haberin iflahını genel yayın yönetmenleri kesecek; başka çare yok. Ve halka diyecek ki: ’Biz yalan söylemeyi alışkanlık haline getirmişsek artık bizi cezalandırın!’ Başka çıkış yolu yok.
Vatandaş da artık bilinçlenecek ve tüketici şuuruyla yalanı doğrudan, yalancıyı dürüstten ayıracak. Bu meselenin bir ucunda sorumlu yayıncılığa gönül veren dürüst basın yöneticileri olacak, diğer ucunda da gazetesini/televizyonunu bizzat denetleyecek sivil toplum. Sivil toplum ’Ben gerçekten özgürlükçü ve dürüst gazete istiyorum ve bu çizgiden sapan medyayı takip etmeyeceğim’ demedikçe serzenişlerin de bir anlamı kalmayacak. Tabii ki yalan haberle beslenen bulvar gazeteleri de olacak; onlar yalana bayılan bir kitle tarafından takip edilecek ve herkes bilecek ki bunların doğru habercilikle alakası yok. Aradaki melez gazeteler kaybolacak; kaybolmak zorunda çünkü. Bir yandan en hayatî memleket meseleleri diğer yandan podyumlardan esen yalan rüzgârıyla yapılan gazetecilik artık
kabak tadı verdi ve kafaları bir hayli karıştırdı, itibarları sıfırladı...
Son söz: Yüreği yeten medya yöneticileri yalan haber üzerine bir kampanya başlatır ve kamuoyu huzurunda dosdoğru gazetecilik yapacağına dair söz verir. Bakın o zaman kimse karışabilir mi basının işine? Bu yapılmazsa toplumun kitleler halinde gazetelerden küsüp gideceğini şimdiden görmek lazım.
EKREM DUMANLI/ZAMAN