1999 yılının bir yaz gecesi televizyondan izlediğim haberler canımı sıkmış, çok daralmıştım. Dayanamayıp bir şeyler içme niyetiyle kendimi dışarıya attım.
Efkârlanınca biz ne içebiliriz?, bu sefer ki bir sodaydı. Kafamda ise bin bir hafakan, Göksu Deresi boyunca yürüyordum.
Nerelerden nasıl geçtiğimi dahi hatırlamıyorum. Her of! babında bir yudum çekiyordum, içimin dumanına duman katıyordu soda.
Zihnimi altüst eden, sonradan yapılacak bütün dayatmaları meşru göstermek için, önce halkın nazarında intibah oluşturma haberleri ve manşetleri idi. Düğmeye basmayla birlikte peşi sıra yayınlanan kasetler,“Fethullah'ın 3 bin intihar komandosu var" spotları, uslanmaz Kalkancı ve acayip giyimli Müslüm Gündüz ve Aczimendi avanesi üzerinden cemaatleri tanımlama. Her başörtülüye Fadime gibidir bakışlar. Zorunlu kesintisiz eğitimle Kur'an hafızlığının önünün kesilmesi, İmam Hatiplerin kısıtlanması, başörtüsü zulmünün tüm yüksek öğretime yayılması ve daha diğer kurgular bahanesiyle yapılan onlarca baskı.
Sodamdan son yudumu çektikten sonra nasıl yaptımsa boş şişeyi metal bir çöp tenekesinin içine fırlattım. Çıkan gürültüyle yerinden fırlayan biri “dur bakayım” diye bağırdı. Meğerse karakolun önüne gelmişim de haberim yok. Yaz mevsimi olduğundan polisler bahçede oturuyorlarmış. Çıkan gürültüyle bir anda silahlarına davranmışlar.
“Eyvah! İç dünyanın efkarı, gösterecek sana dört duvarı” dedim kendi kendime.
Hışımla ve eli belinde temkinle yaklaşan polis, beli bükük halde görünce beni elini silahının üzerinden çekti ve, “hayırdır ne derdin var gece vakti” diye sordu.
Hiç çekinmeden, “belki garip gelecek ama medyadaki bıkkınlık veren propagandalardan usandım da ondan dolayı rahatlamak için dışarıya çıkmıştım ve ...” mealinde birkaç kelime ettim. Bunun üzerine o polis: hocam zaten kim usanmadı ve rahatsız değil ki, ama sabır sabır! demez mi. Gece vakti yıldızlar altında kendini Hz. İbrahim gibi düşüncelerinde yalnız olduğunu zanneden adam, “Kim rahatsız değil ki?..” sözü ile ilahi bir derman bulmuş gibiydi.
O bunaltıcı günler, Boğaz’ın suları gibi hızlıca geldi geçti. Ama yine o deniz gibi dalgalanmalar da hiç bitmedi.
Son Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra şu yorumlara rastladım. "Nihayet 100 yıl sonra laik tahakküm ve esaretten kurtulduk, ipler dindar milleti temsil edenlerin eline geçti tamamen".
Heyhat yanılıyorlar, zira 100 yıl değil belki daha da fazla süredir, millet ve o milletin başındakiler; onların, bunların değil sadece nefislerinin esareti altında. Önceliği dilinde olanlar değil içindeki zengin olma ukdesini gerçekleştirmek olanların yığılıp siyaset yaptığı bir ülke bizim ülke.
Marks, Dokuz Işık veya İslam gibi farklı referanslara sahip olduğunu söyleyen siyasilerin ekseriyeti, kökü bu topraklarda olan hatta gövdesine kadar benzerlikler taşıyan, sadece dalları farklı olan kimseler. Siz bakmayın her birinin diğerini ağır eleştirmesini, üslup ve suçlamalardaki içerik benzerliği bile ne demek istediğimi açıklar mahiyette. Ayrıca muktedir olduklarında benzer vartalara düşmeleri de meramımı anlatmakta.
Cüneydi Bağdadi’nin ifadesinden ilhamla diyeyim, halkın öncelik gördüğü meseleler, Hakk’ın prensipleriyle revize edilmeden, maddiyat hevesi ve endişesinin yerini ahlâk ve erdemi öncelik gören bir nesil ve toplum oluşturulmadan, olumlu yönde bir değişim olmaz.
Sürekliliği olan bir iç terbiyeden mahrumsan eğer bugün çokça şikayet ettiğin hali, yarın statünün değişmesiyle birlikte sen yaşar ve yaşatırsın, emanet edilen makamın kontrolüne verilen devasa rakamlar karşısında ne maaşına razı olursun ne de emanet edilen de emin kalabilirsin.
Boğaziçi sahillerinde doğup büyümüş biri olarak, canımı sıkan on beş yıl öncesindeki Şubat rüzgârlarında, ısmarlama manşetleri atanların, Tv ekranlarında kanıları, kanıt gibi heyecanla sunanların sahip oldukları yalıları iyi bilirim. Hatta Boğaziçi gezintilerinde dostlara, “Şu Reha Muhtar’ın yalısı ve karşısında bir zamanlar ortağı olduğu deniz kenarındaki gece klubü, şu İstinye’deki beyaz yalı “... üç bin intihar komandosu” manşetini atan Sabah Gazetesi’nin genel yayın yönetmeni Zafer Mutlu’nun, şu Yeniköy’deki zarif yalı o zamanlar Uzan’ındı, şu Kanlıca’daki devasa Saffet Paşa Yalısı ise Sabah’ın tövbekâr eski sahibi Dinç Bilgin’indi bir zamanlar vs.diye anlattığım olurdu.
Ebediyete göçmüşlerin bıraktıklarıyla Boğaziçi adeta bir ibret sergisi olmasına rağmen gel gör ki kim ibret peşinde. “Biraz da ben tadayım,bakayım şu Boğaz’a. Yüzyıldır hakim zihniyet tatdı ya bu güzelliği. Artık bizsek yeni sahipleri vatanın, bize de bu masmavi deniz manzaralı konaklar yakışır elbet(!).”
“İstanbul’un Tepeleri” ve tarihi eserler gezileri monotonlaştı artık,son zamanlarda “Tapelerdeki İstanbul”çok daha merak konusu, özellikle şehir dışından gelen misafirlerim için.
“Hocam! şu yalıların hangisi Torunların?, hani sempatik şiveli vardı ya “milletin ...” diyenin yalısı var mı?, deniz görmemiş Kütahyalı’nın sonradan iyi gördüğü yalı-apartmanı şu muydu? “ Boğaziçi’nde cevabı en çok merak edilen sorulardan.
Ayrıca Varank’ın bile hazmedemediği Bostancıbaşı Abdullah yalısındaki kafe az bahis olmuyor, ama denize nâzır Şehrizar Konakları mutlaka konu olur. Hani sıfırlama iddiasında bahsi geçen miktarı eritmede devede kulak kalan bir maliyetle alıverilen 5-6 daire. Bu arada orada bir dairenin aylık kirası 8 bin tl civarı. Süreç çok travmatik, milyon $ artık zihne çok küçük gelmekte.
Boğaz gezilerinde en çok ilgiyi ise, Tape 10’ da başta bulunan Zarraf’ın yalısı çekiyor. Şu olaylar patlamadan dostlarım hatırlar, Koç bile “Boğaz’da yalımın garajına Boğaziçi İmar Müdürlüğü, çivi bile çaktırmıyor.” derken Ebru Gündeş’in eşi, iki tarihi yalıyı nasıl birleştiriverdi acep aklım almıyor derdim ve muzipçe ilave ederdim arkası sağlammış demek ki. Ne bileyim sağlam yer işgal edenlerin onun önünde...
Evet insanoğlu’nun farklı renklerde birbirini izleyen hikayeleri böylece devam ediyor. Ha bu arada sanılmasın ki yeni dönemdeki renkler hep taptaze. Eski dönemde çarkını yürütenlerin birçoğu bu dönemde de pek aktifler.
Normal de kapısına dindar bir insanı yaklaştırmadığı bir hayat tarzına sahip olan kimileri, dindarların 100 yıl sonra tekrar kavuştuğu iktidarda da ağa oğlu gibiler.
Böyle deyince iç taraflarda Göksu Deresi’nin etrafından aktığı, çocukken inek otlattığım yemyeşil Gölbahçe aklıma geldi. Onlu yıllar sonra yolum düştüğünde buranın etrafının kapandığını ve şantiye kurulduğunu gördüm. Kapısında Ağaoğlu’na ait yazıyordu. Ne mutlu ineklerime ya!, onlar görmedi bu günleri.
Geçenlerde bir tanıdığım, birara evlilik sürecine girdiği bir bayanın söyledikleriyle şok olduğunu anlatmıştı. Bayanın müteahhit olan babasının “eski kankisi” diye Bedrettin Dalan’la, Veli Küçük’le bir zamanlar olan birlikteliğe dem vurmuş. Sonra da babasının şu anda en iyi arkadaşlarından biri olarak ülkenin önemli üst konumundaki insanların adını söylemiş. Bizim ki inanamamış haliyle, o da getirmiş resimlerini göstermiş, devri sabık’tan ve bu zamanın çarkından olan isimleri.Hali hazırda devletten büyük işler alan müteahhitlerden biri o. Yani babası açısından değişen pek bir şey yok, komisyon verdiği muktedirlerin değişmesi haricinde.
“Herkes böyle yapar” tesellisiyle nefsin esareti devam ediyor işte, ama bilinsin ki bu durum halkın nazarında belki ama Hakk’ın nazarında asla mazeretten sayılmıyor..