Bugün
sivil toplum örgütü olarak cemaatin yapmakta olduğu işi, istese aklına gelse cumhuriyet rejimi de veya laik sivil toplum örgütleri de zamanında yapamaz mıydı diye düşünüyor insan ister istemez.
Herkes cemaatin parasal kaynaklarından bahsedip duruyor. Peki ama cumhuriyet rejiminin veya laik güçlerin parası yok muydu?
Cumhuriyet ve laik
sisteme gönül veren büyük işadamları bu tür eğitim faaliyetleri için harekete geçirilemez miydi? Devlet, hükümet,
siyasi partiler düşünemedi bu işi, şimdi aslında temelde
gönüllü bir sivil hareket olan cemaat bu işi yapıyor diye kızmalara filan kalkıyorlar.
Kızmayı bir yana bırakalım artık iş işten geçti şimdi anlamaya ve
ders çıkarmaya çalışmak zamanı.
Senegal'deki okulu görme fırsatı çıkınca özellikle bu anlama sürecime katkısını düşünerek daveti hemen kabul ettim.
Çok sıcakkanlı, dostane karşılandık ağırlandık, gönüllerini bize açtılar. En azından kendim için söyleyebilirim ki ben de gönlümü onlara açtım.
Öğrencileri gördük, dinledik fakat bence gezimizin en kritik anı, cumartesi misafirhanede yediğimiz yemekti.
Çünkü bu yemeği bitirdikten sonra sohbet açıldı.
Ben cemaatin bu meşhur sohbet gecelerini duymuştum. Dolayısıyla bir tanesinin içinde bulunmak da bana entelektüel açıdan zevk verdi.
Sohbet bana yöneltilen bir soruyla başladı, harekete yönelik, yaptıkları iş hakkındaki
eleştirilerimin ne olduğu soruldu.
İlk aşamada 'Ben sadece öğrenmeye çalışan bir
gazeteciyim ve bu ana kadar öğrendiklerimle
Gülen Cemaati gibi büyük ve kapsamlı harekete eleştiri getirmek benim haddime düşmez' dedim. Çünkü gerçekten de büyük bir olay ile karşı karşıyayız.
Düşünsenize örneğin Kahramanmaraş'ta bir grup
işadamı hayatlarında hiç görmedikleri ve tanımadıkları Senegal'de bir okulu ve orada okutulan çocukları finanse ediyorlar. Bu her şehirde var yani her şehrimizde dünyanın bir yerinde bilmedikleri gitmedikleri, görmedikleri okula para harcayan işdamlarımız var. İsteyen bu insanlara
Anadolu Kaplanları da diyebilir.
Sonra bir gün aniden bir Senagalli çocuk kafilesi cemaatin davetlisi olarak şehrinize geliyor bir salonda düzenlenen geceye. Zenci çocuklar sahneye çıkıp size
Türkçe şarkılar söylüyor ve Kahramanmaraş'a özgü yöresel danslar oynuyorlar. Tabii bunu gören insanlar da cemaatin içine çoktan girmiş olan arkadaşları gibi gönüllü katılıyorlar harekete ve sayılar her gün büyüyor. Daha sonra o işadamları okullarının bulunduğu
ülkeye gidip gelmeye orada iş yapmaya da başlıyorlar, ülkeye ve kendilerine para kazandırıyorlar. Biz oradayken Senegal'e bir göz hastanesi ve
gözlük üretim merkezi kurmak için orada bulunan bir işadamı da vardı ve misafirhanede kalıyordu. Böylece okullar, orada öğrenilen Türkçe ve ayrıca yatırımlar sayesinde çocukların yetiştirildiği ülkede bir
Türkiye sevgisi yaratıyor
doğal olarak. İki ülke de kazanıyor.
Aslında çok karmaşık olan üzerinde gizemler yaratılacak bir sistem filan değil bu... Asıl anlaşılması zor olan başta sorduğum gibi Türkiye'ye bu kadar yararlı olabilen bir sistemi Cumhuriyet Dönemi'nde başka bir grubun neden düşünemediği, uygulayamadığı. Büyük ihtimalle cemaatin 10 imkanı varsa Türkiye Devleti'nin herhalde 100 imkanı da vardı ama böyle bir muazzam işe girişmek düşünülemedi veya arzu edilmedi. Sorun sadece parada değil sorun zihniyette.
PEKİ KAYBEDEN VAR MI?
Bir tek
Fethullah Gülen düşündü bunu ve cemaatin bir
siyasi hareket değil sosyal ve manevi bir hareket olmasını istedi. Yoksul ülkelerde
yoksul ailelerin çocuklarını okutur ve aynı anda onlara Türkiye sevgisi verirken Türkiye'de hayırlı bir iş yapmanın mutluluğunu ve huzurunu tatma fırsatını da işadamlarına veriyordu.
Görünürde kaybedeni olamayacak bir sistemdi bu.
Ama yoksa bu sadece görünürde miydi yoksa bütün bu sistemin kaybedeni çocuklar ve
gençler miydi?
Din ağırlıklı ve felsefi konulardaki sohbetimizde ben bu konuyu açtım ve konuştuk üstüne. Ben bu hareketin çok daha verimli işlemesi ve daha güzel sonuçlar alması için bazı eksiklikleri gördüğümü söyledim. Onlar hoşgörüyle dinlediler, sohbetimiz güzel gelişti.
Ben bazı konuları yazarak ifade etmeyi
tercih ettiğimi konuşurken yanlış anlamalar olacağını ve
döner dönmez hemen yazacağımın sözünü verdim. Bugün de bu sözümü tutuyorum.
Sohbetimiz sürerken ben birden fark ettim ki biz aslında insanın nasıl mutlu olacağını tartışıyorduk. Cemaatin içinde yer alan insanların nasıl mutlu olacağının cevabı netti bana göre.
Allah'ın emirlerine uygun
yaşamak, din ağırlıklı yaşam biçimi ve öldükten sonra
cennet umudunu güçlendiren hayırlı işler yaparak yaşamak onları mutlu etmeye yetiyordu.
Yetmez mi bunlar. Tabii ki yeter. Belki de bu mutluluğu yakalamanın en garanti yolu olabilir.
BİR SORUN VAR
Ama bir sorun var. Bu teleolojik/felsefi bir sorun aslında. Cemaat sadece benim gibi insanlara mutluluk yolunu açmak için var olsaydı, yani 55 yaşına gelmiş bir adama söylüyor olsalardı dediklerini her şey çok kolaydı. Kendime manevi değerlerin çok daha ağırlıklı olduğu bir yaşamı ben çok rahat kabul edip hayatımın geri kalan bölümünü mutlu olarak yaşayabilirim.
Ancak yukarıda işleyişini ana hatlarıyla anlattığım sistemin merkezinde çocuklar ve genç olma çağındaki insanlar var.
Fethullah Gülen bilgiyi manevi değerlerle birleştiren yeni bir eğitim tarzı geliştirdi. Bu cemaatin tabanının arzularına da çok uyuyor.
Bilgi ve manevi değerleri birleştirmek muhteşem bir
hedef de çocuklar ve gençler söz konusu olunca işin manevi değerler bölümü sorunlu olabiliyor, manevi değerler çocukların omzuna ağır bir yük bindirmek anlamına gelebiliyor.
FETHULLAH GÜLEN VE KONFÜÇYÜS
Aslında Fethullah Gülen, insanın mutluluğu yakalamasının zor olduğunu bilen ve bu konuda sistem oluşturmak üzerine düşünmüş bir insan.
Ben bu gezide bu tür konuların açılacağını tahmin ettiğimden giderken yolda Jill Carroll tarafından yazılmış olan 'Medeniyetler Diyaloğu' (Gülen'in İslami Öğretisi ve Hümanist Söylem) adlı kitabı bir daha gözden geçirdim. Son zamanlarda Budizm üzerinde çok düşünmekte olduğumdan kitabın Gülen'i Konfüçyüs ile karşılaştıran bölümü ilgimi çok çekmişti.. Konfüçyüs da Gülen de insanın nasıl mutlu olabileceğine kafayı yormuş düşünürler. Konfüçyus kurduğu sistemde bunu insandan daha büyük bir yüce varlığa b
ağlamadan yapmaya çalışıyor.
Gülen de sorunu birçok yönüyle irdeledikten sonra Allah'a inanmanın ve Allah için yaşamanın insanı mutlu edeceğini söylüyor.
Üzerinde tartışılabilecek bir konu değil bu. İnsan öyle hissediyorsa öyledir. Dediğim gibi söz konusu ben olsaydım 55 yaşına gelmiş kendisini ailesine adamış hayattan daha fazla abartılı beklentileri olmayabilecek bir insana bunu söyleseniz, fazla zorlanmadan bunu kabul edebilir ve mutlu da olabilir. Sisteme gönüllü giren işadamları, cemaatin hiyerarşisinde yer alanlar gördüğüm kadarıyla mutlular.
ÇOCUKLAR MUTLU MU?
Çocuklara ve gençlere gelince onların mutlulukları konusunda o kadar emin değilim.
Sohbetimizde bana eleştirilerim sorulduydu ya ben daha sonra yeri geldiği için tek eleştirimi yaptım.
Sohbetten biraz önce Türkçe şarkı ve şiir yarışmasını izlemiştik. Sahneye çıkan kızlar ve oğlanların seçtikleri şiirlerin hepsi çok acılı ve duygusaldı, arabesk oldukları bile söylenebilirdi.
Hatta birkaç kız okudukları şiirin manevi ağırlığına dayanamayarak sahnede ağladılar bile.
Ağlama kültürü Gülen Cemaati'nin temellerinde vardır. Cematin ilk ortaya çıkıp Türkiye'de yayılması yıllar önce
Sızıntı dergisinde
kapak resmi olarak yayınlanan ağlayan çocuk resimleridir. Daha sonra ağlayan çocuk posteri minibüslerle, uzun yol otobüsleriyle yayılmaya başladı ve o posterler neredeyse her dar ve orta gelirli ailenin evini süsledi... Cemaat orada ağlayan çocuğun bir daha ağlamaması için çalışmak vaadiyle güçlendi bana göre, bu şekilde insanların kalbine hitap etti.
Bilgiye ve eğitime verilen merkezi önem nedeniyle cemaat, bugün çocuklara ve gençlere karşı büyük sorumluluk yüklemiş durumda.
Bu çocuklar, çocuk olmanın gençliğe hazır olmanın coşkusunu yaşıyorlar içleri fıkır fıkır olmalı.
Cemaatin modernite ile kritik bir
iletişim içindeki İslami orta yolu bulma gibi bir iddiası varsa ki vardır; modernitenin çocuklara, gençlere yüklediği beklentilere, heyecanlara, doğal özentilere arzulara nasıl karşılık verileceğini de düşünmesi zorunludur. Çocuklarda gençlerde olması gereken heyecan ve duygular son derece doğal bir şey tabiatın bir gereği bunlar. Her şeyi inançla çözmelerini beklemek onlara haksızlık olur gibi geliyor bana.
Eğitim ile manevi değerleri birleştirip yeni bir eğitim tarzı geliştirmek çok güzel de, burada çok hassas olup çocukların gençlerin manevi değerlerin yükünün altında ezilme riskini ortadan kaldırmak gerekiyor. Bu yükün altında ezilme riskinin olduğunu ben o gün çocuklarda gördüm. Sokaktaki Senegalliler fakirliklerine berbat yaşam koşullarına rağmen hep gülüyorlardı okuldakiler ise gülümsemekte zorlanıyor gibilerdi.
'İçlerinde fırtınalar kopmakta olan bir çocuğa bir gence sen imanlı ol Allah'a inan mutlu olursun' demekle yetinemezsiniz. Bu benim için yetebilir de ama belki 50 sene önce yetmeyebilirdi.
Gördüğüm kadarıyla cemaatin kurduğu sistem iyi güzel de görünürde kaybedeni olamayacak gibi görünen bu sistemde sonuçta kaybedenlerin çocuklar olmamasına azami dikkat göstermek gerekiyor.
Sohbet gecemizde bunları ifade ettim ve 'Öğrenciler için seçilecek hiç neşeli şiir yok mudur, oynatılan skeçte gösterilen Türk ailesi tipik midir yoksa bunu seçenin olmasını istediği tercihi midir?' diye sordum.
Bir daha Türk okuluna gittiğimde ben sahnede coşkulu olan spontane neşeli olabilen çocuklar, gençler görmek istiyorum. Okula girdiğimde içeride neşeden kaynaklanan bir elektriği hissetmek istiyorum.
İnanca joie de vivre katılabilir. Bunu da bence dünyada bir tek Türkler başarabilir.
İnsanın nasıl mutlu olabileceği konusunda düşünen ve fikirler üreten Fethullah Gülen'in mutluluk nasıl yakalanır gibi zor bir sorun üzerine çocukları da göz önüne alarak bir yön çizmesine acil ihtiyaç var gibi geldi bana.
Bu konular üzerine arkadaşlarla konuşacağız ve yazışacağız ve hatta bir ihtimal yazışmalardan oluşan bir kitap oluşturma fikri bile ortaya atıldı. Böyle bir çalışmanın beni mutlu edeceğini söyledim.
SERDAR TURGUT-AKŞAM