Saygınlığı sıfırlayacak ortamlara “hukuk” kartı sürülmeye başlandıysa geriye ne kaldı ki? İşin en kötü tarafı da burası işte... Ve o yüzden her şeye yeniden başlamak gerektiğini görenlerden bazıları kendisini
Mustafa Kemal zannetmeye başladı.
Bazı kararlar, ardındaki düşüncenin tek şıklı olduğunu gösterir. Hesaplar tersini söylese de insanlar çok istedikleri bir şey hususunda gözünü karartıp, neticesini asla tahmin edemeyeceği maceralara girebilir.
Mesela
367 kararı böyleydi. Sonuçta kararı veren kurum yıprandı.
Türban kararı da öyle. Ana
yasa Mahkemesi ikiye karşı dokuz oyla başörtüsü problemine çözüm getirmek üzere yapılan düzenlemeyi iptal etti. Tıpkı 367 kararında olduğu gibi bu sefer de bir başka ilki gerçekleştirdi: Yetkisi sadece hukukî denetim yapmakla sınırlı olduğu hâlde, sınırını aşarak
TBMM’nin yasama yetkisini kullandı.
Hukuk devletinin gerekleri ve mevcut anayasa ile açıklanma imkânı bulunmayan bu durumu bir kişi, bir parti ve iki rakamla ancak anlayabiliriz.
Parti
CHP’dir.
Çok partili hayata geçtikten sonra
seçim kazanamayan CHP, seçimi de seçmeni de hatırlamak istemiyor. Hatta kendisini seçmeyenlere karşı beslediği kini seçilenlerden çıkarmak istercesine davranıyor.
O yüzden 367 meselesinin arkasında durdu; başörtülüleri eğitim hakkından mahrum bırakan durumları ortadan kaldırabilecek düzenlemeleri
Anayasa Mahkemesi’ne götürdü.
Halbuki CHP bir zamanlar başörtüsü dağıtmıştı. Sayın
Baykal’ın yeniden CHP’nin başına geçtiği zaman yaptığı konuşmalar, Şeyh Edebali’den aktardığı nasihatler
ümit vermişti. O kadar ki,
dindar çevrelerde bu problemi çözse çözse Baykal çözer kanaati uyanmaya başlamıştı.
Ama olmadı…
Baykal bir olayla eskiye döndü. Belli bir yaştan sonra yeni durumlara adapte olacak, hatta öncülük edecek kadar algısını yenileyip, değişime ayak uydurabilen adam olma ayrıcalığını yitirdi.
Keskin bir U dönüşü ile Baykal’ı eski rotasına sokan hadiselerin ilki Prof.
Yücel Aşkın davasıdır.
Yüksek yargının bugünlerde iyice anlamaya başladığımız cilveleri de ilk defa o hadisede ortaya çıkmıştı.
Aşkın davasının bu süreç açısından ne kadar önemli olduğu şimdilerde kulaklara üflenmeye başlandı. O nefesten nasibini alan bir yazar şöyle yazmıştı: “Sistem Yücel Aşkın davasıyla birlikte virüs taraması yapmaya başladı.”
Yani güvende olmadığını, açıklarının fark edildiğini anladı.
Bilgisayar diliyle ifade edildiği için aynı dilden devam edelim. Sistem sadece virüs taraması yaparak kendisini güvence altına alabilir mi?
Bu mümkün değil.
Güvenlik duvarları sağlamlaştırılmıyorsa virüs taramasıyla ancak bir yere kadar gidilir.
Sistem kendisini,
halkın ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayıp,
yaşam kalitesini devletinden dolayı içinden gele gele şükredebileceği seviyeye ulaştırma derdi çekmiyor, aksine ekonomiyi darboğaza sokmaktan medet umuyorsa, güvenlik duvarlarını sağlamlaştırmış olabilir mi? Mahkeme kararlarıyla sağlanan ama hukukiliği açısından karar verenleri bile tatmin etmeyen geçici alanlarla problem çözülebilir mi?
Bu da mümkün değil…
Yücel Aşkın davası bu günlere ışık tutan ilk cümlenin ortaya çıkışına sahne olmuştu aslında. Şimdi son bir yılda yaşananları hatırımıza getirip, Bayan Aşkın’ın gazetecilere verdiği beyanatı hatırlayalım:
“Yüksek yargıya güveniyoruz.”
Van
mahkemelerinden kurtulamayacaklarını anlayan Bayan Aşkın “
yüksek yargının” imdada yetişebileceğini bir çırpıda nasıl söyleyebilmişti?
İşte bütün mesele buradan başladı. Aldığı eğitimin, yediği
helal ekmeğin, sahip olduğu vatanın hakkını verip, vatandaşı olduğu devletin hukuk kurallarına göre işleyebilmesi için kendisini ortaya koyanlar çok önemli bir
ders aldılar:
Yargı vaaaar, yüksek yargı var!...
Değil yasa, anayasa olsa ne çıkar ki? Yüksek yargı gerekirse anayasaya rağmen meclisin yasama hakkının üstüne oturabilir!
Oturur ama rahat edebilir mi?
Bir kişiyi çok dikkatli takip gerekir ki o konu tam anlaşılabilsin. O da
Sabih Kanadoğlu’dur.
Her ne kadar süreci dikkatle izleyen ve nereye varacağını daha başlamadan bilen, hukukçuların duayeni edasıyla ekranlara çıksa da gerçeğin öyle olmadığı aşikâr. Zaten kendisi de bunu ifade ediyor.
Anayasa Mahkemesi’nin
türban hakkındaki kararını yorumlarken söylediği şu sözlere bakın: Mahkemenin kararı tartışılabilir ama saygı duyulmalıdır.
Kanadoğlu “tartışılabilir” diyorsa o konu zaten “asla kabul edilemez” manasına gelir. “Dedim oldu” formatının dışına çıkmayı bayağılık gören Kanadoğlu’nun, arkasında duramadığı karara saygı istemesi nasıl bir şeydir sizce?
İşte bu sorunun cevabını verebilmek için Kanadoğlu’nun mimiklerini görmek, tavırlarının diken üstünde oturan adamdan farksız olduğunu müşahede etmek gerekiyor.
Kendi adıma söyleyecek olursam onu hiçbir zaman hukukçuların duayeni olarak görmedim. Sadece bir tarafın, organize ettiği kitleye “Bakın bunu biz yapıyoruz. Bir şey yapmadığımızı zannetmeyesiniz haaa!” mesajı vermek üzere, öne çıkardığı bir figür olarak algıladım.
O yüzden onun siması ferdi hissiyatın değil, bir organize hareketin
kimyasını gösteriyor. Ve o kimya yaptıkları işlerin “saygınlık” erozyonuna sebep olduğunu çok iyi görüyor. Bakın acayibe ki, bunca yapılandan sonra hâlâ bu milletin gönül kapılarını çalıp, “saygı” isteyebiliyorlar!...
Bu bahsin son sorusu: Saygınlığı sıfırlayacak ortamlara “hukuk” kartı sürülmeye başlandıysa geriye ne kaldı ki?
İşte işin en kötü tarafı da burası. Ve işte o yüzden her şeye yeniden başlamak gerektiği için bazıları kendisini Mustafa Kemal görmeye başladı.
Doğu Perinçek bile “Ben
Gazi Mustafa Kemal gibi bir halk ihtilalinin kahramanıyım” diyebiliyor. Bir başkası çıkıp, “
Cumhuriyet Halk Fırkası” adında parti kurmaya yelteniyor.
Bunlar yıkmakla, dağıtmakla ömür tükettiği için yapmanın ne demek olduğunu bilmiyor. Hel
e devlet kurmanın ne demek olduğunu hiç bilmiyor. O yüzden kelimelerle, tabelalarla oynayarak kahraman olabileceklerini zannediyor.
Ne denir?
Halep ordaysa arşın da burada…
Ve iki rakam: 2 ve 9.
Bu iki rakamdan ne 7, ne 11 ve ne de 18 elde edilir.
Çarpsan çarpılmaz, bölsen bölünmez.
9 büyük olsa da millî iradenin yansıması bakımından azınlığı temsil ediyor. 2
küçük olsa da millî irade açısından çoğunluğu temsil ediyor.
Yani, millî iradenin renkleri ile devlet kurumlarındaki temsil oranları arasında tam bir ters orantı var.
Peki, nasıl oluyor da millî iradenin devlet kurumlarına yansıması bu kadar ters olabiliyor?
Ve son soru meclisteki aritmetikten şikayet ederken “çoğunluğun tahakkümünden” dem vuranlara:
Dokuza iki nedir? Hukukun gereği mi yoksa azınlığın devlet kademelerinde elde ettiği orantısız
sandalye sayısıyla uyguladığı tahakkümün göstergesi mi?
Bu soru sadece tahakkümden şikâyet edenlere…
HAMDİ YILMAZER-AKSİYON