Krizantem Çiçeği
O gün eve biraz
erken gelmiştim.
Ekranda yine bir şehit cenazesi…
Şehit, son örtüsüne bürünmüş kalabalığın arasından yapayalnız ilerliyor,
Guruba koşan bir kızıl küheylan gibi Hakk'a yürüyordu…
Analar, gelinler sarılmış tabuta, ayrılmıyorlar…
Kalabalığın elinden almak istercesine, “Götürmeyin onu!” diye yalvarıyorlardı.
Acılar sessizce sızıyor kalabalığın arasına.
Baharda bir taze
yaprak düşüyor cami avlusundaki koca
çınardan.
Ananın kanayan yüreği daha fazla dayanamıyor, o da yıkılıyor bir çınar gibi olduğu yere.
Şehidin masum çocukları henüz hiçbir şeyin farkında değil, çakır gözleriyle olup biteni anlamaya çalışıyor.
Perişan gencecik bir kadın t
akılıyor gözüme, belli ki şehidin eşi.
Bitkin bedenini bırakıyor son defa, şehidinin kan kızıl kollarına.
Gözyaşları kırmızılaşarak sızıyor tahtaların arasından.
Şehidin örtüsü, al bir tülbent gibi süzüyor can yoldaşının saf ve berrak gözyaşlarını.
İnce ve zarif gelin, hiç uyanmak istemediği kızıl bir rüyada şehidiyle beraber yürüyor.
Bir aleve bırakırken dudaklarından son buseyi, zorla iki el koparıyor onu en
tatlı rüyasından.
Bir buse uğruna feda etmiştir şehid canını.
Ay yıldızlı bayrağa sarılmış anaların, taze gelinlerin perişan halini gördükçe yanar yüreğim.
Yakıcı ağıtları duydukça, acıların avucunda titrer halsiz bedenim.
* * *
Geçenlerde bir dostum beğeneceğinizi umduğum bir hikâye göndermiş.
Her çiçeğin bir hikâyesi vardır ya, bu da krizantem çiçeğinin sevdalı hikâyesi…
Küçük ve şirin bir kasabada, Ante isminde soylu ve güzel bir kız yaşarmış…
Bir güzel bahar sabahı bahçeye çıktığında, bir gencin
çiçekler arasında dolaştığını görür.
Genç krizantem çiçeğinin önünde durur.
Eğilir ve yüreğindeki bütün sevgisiyle dudaklarını dokundurur.
Ante çiçekleri kendi gibi seven bu gence bir anda sevdalanır.
Ne yazık ki
genç geldiği gibi ansızın kaybolur.
Sevda ateşi yakar Ante'yi, alevlere atılmış taze bir gül gibi yanar.
Gencin öptüğü krizantem çiçeğinin yanına gider gencin az önce durduğu yerde durur ve eğilerek onun öptüğü yerden öper.
Gencin busesinin sıcaklığı hâlâ durmaktadır.
Ante utanır, yanakları al al kızarır. Bu haliyle o kadar güzel olur ki, Krizantem onun güzelliğini kıskanır.
Antenin dudaklarından bütün kanını bitinceye kadar emer.
Yapraklarından başlayarak kırmızılaşır krizantem…
Ortasına geldiğinde Ante'nin kanı biter ve krizantemin ortası sarı kalır.
Canını bir buse uğruna feda eden Ante, krizantem çiçeğinin altına gömülür.
Yaptığına pişman olan krizantem her bahar bir sürü tomurcuk açar ve Ante'nin üzerine yapraklar dökerek onun yeniden dirileceğine inanır.
Ay yıldızlı bayrağımız, krizantem çiçeği gibi gelir bana.
Nice
yiğitler bir buse uğruna feda etmiştir canlarını.
Ante'nin vücudundaki kanını içine çektikçe kırmızılaşan bir krizantem çiçeği gibidir.
Ante gibi, nice kınalı kuzular kanlarını Gök bahçemizde açan bu sevdalı çiçek için vermiştir.
O sarılır da, öper şehidin sımsıcak dudaklarından.
O buseyle yeniden dalgalanır. Yeniden canlanır
özgürlük çiçeğimiz.
O buseyle yeniden dirilir şehitlerimiz.
Onun sarıldığı şehitler hep diridir.
Abanır şehidin üzerine de kimselere vermez onu.
Kıskanır onu anasından,
babasından,
nazlı yârinden bile.
Şehit, o
bayrak için terk etmiştir her şeyini.
Onun için akıtmıştır kanını, onun için vermiştir canını.
Kansızlıktan solgunlaşan bedenine kan verir kırmızılığından…
Şehidini ısıtır kendi kızıllığında, son yolculuğunda.
Ben bayrağımızı Krizantem çiçeğine benzetiyorum.
Kaç kendine sevdalı gencin dudağından içine çekmiştir kanlarını.
Nice analar kınalayıp yollamıştır, onun uğruna baharındaki yiğitlerini,
Nice gençler dul bırakmıştır taze gelinlerini.
Bizim insanımız kadar ülkesini, bayrağını seven ikinci bir millet var mıdır? Bilmiyorum.
Vatan yoluna, kınalanır nice yiğitler.
Bayrak uğruna kanlarını sebil eder nice civanlar.
O, hep özgürce dalgalanmıştır.
Rüzgarlar ondan aldığı özgürlük kokularını taşımıştır
Anadolu'ya.
Dün 19 Mayıs'tı.
İstiklal meşalemizin hiç sönmemek üzere parladığı gün.
Milletimizin haksızlığa baş kaldırdığı, bağımsızlığa yürüdüğü gündür.
Gandi'nin dediği gibi; “
Kahraman Anadolu İnsanı, ipi kendi bükmüş, kendi eğirmiş, kendi dokumuş, kendi giymiştir.
Gönlünü herkese, elini de sadece Allaha açmıştır.
Bu fakir ve çaresiz millet akıl almaz bir fedakarlık örneği sergilemiştir.”
İşte! Bayrak özgürce dalgalansın diye kocasının, kardeşinin ve iki ciğer paresinin ardından, son evladını da cepheye yollayan bir ananın oğluna söylediği son sözleri;
Yer
Bilecik istasyonu…
Rüzgarın uğultularına karışmaktadır
trenin acı ıslığı
Akşamın ayazı vurur bitkin bedenlere
Tren pencerelerinin önü ana baba günüdür.
Trenin dumanında savurur
rüzgar, yüreklerdeki hasreti.
Kimi babalar, annelerinin omuzlarından yavrularını alarak son defa öpüp koklamaktadır.
Kimi taze gelinler, “Gelinceye kadar bebeğimiz olur” diye kocalarını gözyaşlarıyla teselli eder.
Akşamın alaca karanlığında beyaz yaşmaklı bir ana belirir.
Hafif kamburlaşmış belini duvara dayamış, vatanı gibi derin düşüncelerin kuşatması altında
Kırışıklılar derin çizgiler oluşturmuş
mübarek yüzünde
Bir
komutan yaşlı anayı uzaktan fark eder ve yanına yaklaşır;
“Ana ne bekliyorsun burada ?”
“Hüseyin'imi bekliyorum, o nu cepheye uğurluyorum”
“Son defa görmek ister misin oğlunu?”
“İstemem mi komutan bey yavrum.”
Aslan Köylü Hüseyin biraz sonra koşarak gelir. Önce komutanına
selam çakar, sonra da Anasının elini öper ve “Buyur anacığım” der.
“Hüseyin'im, yavrum benim! Babanı Dömeteke'de, dayını Şıpka'da, iki ağabeyini de Çanakkale'de şehit verdim. Sen benim son can yongamsın, sen de dönmezsen anan ömrünü yapa yalnız geçirecek. Tarlayı bu yaşlı anan sürecek, ekini kendi ekecek ama olsun, ben bunlara da katlanırım.”
Belini hafifçe doğrultarak;
“Git oğlum git! Minareler ezansız, camiler kuransız, Vatan bayraksız kalacaksa seni de istemiyorum, sen de git Hüseyin'im”.
Bilecik İstasyonuna her uğradığımda, akşamın alaca karanlığında Aslan Köylü Yiğit Hüseyin'i anasının mübarek elini öperken görürüm.
O Hüseyin'ler gittiler ve bir daha dönmediler.
Yeni
Şafak