Bediüzzaman’ın, hiç unutulmamasını istediği vasiyeti

Tarihçi ve yazar Mustafa Armağan bugünkü köşesinde Bediüzzaman Said Nursi'nin günümüze hitap eden çok çarpıcı bir mektubuna yer verdi.

Bediüzzaman’ın, hiç unutulmamasını istediği vasiyeti

Tarihçi ve yazar Mustafa Armağan,  “Emirdağ Lahikası 2”de yer alan ama ilk ve farklı bir şekli vefatından 9 yıl önce “Sebilürreşad” dergisinin 116. sayısında çıkmış olan çarpıcı, çarpıcı olduğu kadar günümüze de hitap eden o mektubu köşesine taşıdı.

* Allah’a binlerce şükürler olsun ki, yirmi sekiz senedir “dini siyasete âlet” ithamı altında kader-i İlahî, ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zalimane eliyle, mahz-ı adalet olarak, beni tokatlatıyor, ikaz ediyor: “Sakın”, diyor, “iman hakikatini kendi şahsına âlet yapma. Tâ ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun!”

* İşte Nur risalelerinin, büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değil. (…) Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-ı imaniyedir.

* Madem ki, nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. 28 sene çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler hep helâl olsun.

İşte Zaman Yazarı Mustafa Armağan'ın bugünkü yazısı....

Risale-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi; paranın yazı ve turası gibi. Yazılmış hayat ve yaşanmış kitap. Yalnız kendi çağlarına değil, geçmişe ve geleceğe de uzatılmış nuranî köprüler onlar. Aynalarında geçmişi de, bugünü de, geleceği de seyretmek kabiliyete veya nasibe kalmış. Sıhhat ve diriliğini, bizzat yazanın kendi nefsini olabildiğince geriye, hatta ihtiyacı olan manevî bereketten men edecek kadar geriye itmesi ve kendisinden yazdıklarına bir tutam gölge bile düşmesine izin vermemeye çalışmasından alır.

Yazanı yoktur külliyatının, müellif kendini eski tabirle ‘ifna’ ve iptal etmiştir. Yine de tam iptal edemediğini düşündüğü yerde çıkıp hoyratça nefsinin durumunu teşhir etmekten çekinmemiş ve özeleştirinin harika örneklerini vermiştir.

28 yılı mahkeme-mapushane-gözetim üçgeninde geçmiş, zehirlenmiş, hastalanmış, yeri gelmiş sağır duvarlara konuşmak zorunda kalmış. İnsan takatinin fevkinde tazyikler altındayken de of dememiş. Bu zulümlerden kendi kemalatına giden yolu karanlık hücrelerde döşemeye koyulmuş. Mazlumun istihkakını yüklenmiş.

Lakin gün gelmiş, zulümlerden de nefsine bir hisse çıkardığı gibi incelerden ince bir pırlanta hakikatin farkına varmış. Mazlumun iç dünyasından Allah’a açılan ve her müminin ulaşmayı bir imtiyaz telakki etmesi gereken o nuranî dehliz bile kendisine ‘nefsanî’ gelmiş. Nefsini kurtarmak gibi meşru ve makbul bir dairede düşünmesinin dahi Allah’ın rızasına uygun düşmediği, “Rıza-yı İlahî’den başka” bir şeyin kaygısına düşmenin başına gelen bunca musibetin asıl sebebi olduğu hatırlatılmış.

O, artık Nebevî yolu seçmiştir. Kendisini mesaj ile okurun arasından çekip çıkaracaktır. Kendisini zulümden sevap kazanmak ve manevî yolda kemal mertebelerinde yükselmek gibi yine de nefsini düşünmesine yol açacak bütün meşru ve makbul engellerden kurtulmaya adayacak ve Kur’an hizmeti davasında aklını, dehasını, ikna kabiliyetini kullanmasının da birer görünmez bir engel olduğunu idrak edecektir. Artık ihtiyaç sahiplerini sadece Kur’an’ın hakikatiyle yüz yüze getirecek, kendisine zulmedenlere haklarını helal edecek, talebelerinden de helal etmelerini isteyecektir.

Şimdi “Emirdağ Lahikası 2”de yer alan ama ilk ve farklı bir şekli vefatından 9 yıl önce “Sebilürreşad” dergisinin 116. sayısında çıkmış olan çarpıcı, çarpıcı olduğu kadar günümüze de hitap eden o mektubu beraberce okuyalım. (Dikkatlerden kaçmış olan bu farklı metni “Sebilürreşad”dan aktarıyorum.)

Konuşan, yalnız hakikattir

“Risale-i Nur’da isbat edilmiştir kibazan zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeple bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır; başına bir felâket gelir; hapse de mahkûm olur; zindana da atılır... Bu sebep haksız olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vâkıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebepten dolayı cezaya, mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felâkete düşürür. Bu, adalet-i İlahîye’nin bir nevi tecellisidir.

Ben şimdi düşünüyorum… 28 senedir vilayet vilayet, kasaba kasaba dolaştırılıyor, mahkemeden mahkemeye sürükleniyorum. Bana bu zalimane işkenceleri yapanların bana atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat niçin bunu tahakkuk ettiremiyorlar? Çünkü hakikat-ı halde böyle bir şey yoktur. (…)

O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz ve masum olduğum halde böyle devamlı bir zulme, muannid bir işkenceye maruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulamadım? Bu ahval, adalet-i İlahiye’ye aykırı düşmez mi?

Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarını bulamıyordum; üzülüyordum, muzdarip oluyordum. Uzun senelerden sonra bana zulüm ve işkence yaptıklarının sırrını nihayet anladım. Bu işkencelere beni maruz kılan asıl suçumun ne olduğunu şimdi bildim:

Ben kemal-i teessürle söylerim ki, benim suçum, büyük bir gaflet, büyük bir enaniyet eseri olarak, hizmet-i Kur’aniyemi şahsıma, maddî, manevî terakkiyatıma, kemalâta âlet yapmakmış. Asıl suçum ve cinayetim işte bu! Bu musibetler, bu felaketler, bu işkenceler hep bu yüzden, bu suçumdan.

Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum. Allah’a binlerle şükrediyorum ki bana bu suçu ilham etti, beni gaflet uykusundan ikaz etti. Ben uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak müthiş bir gaflete düşmüşüm. Şimdi hakikat bana münkeşif oluyor. Gayet kuvvetli manevî manialar beni bu sakat düşünüşten kurtarıyor. Ben hizmet-i imaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terakkiyatıma, azabdan ve cehennemden kurtulmama, hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmama, yahut herhangi bir maksada âlet yapmama manevî gayet kuvvetli manialar beni men’ ediyor!..

Bu derunî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bıraktı. Herkes hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri a’mal-i sâliha ile kazanmış ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu hem de hiç kimseye, hiçbir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben bu ahvalden men’ ediliyordum. Rıza-yı İlahî’den başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle yalnız ve yalnız imana hizmet etmek hususu bana gösterildi.

Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakayık-ı imaniyeyi fıtrî ubudiyetle bilmeyenlere, bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek.. bu keşmekeş dünyasında imanı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bu tarzda; yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda bir Kur’an dersi vermek lâzımdır ki küfr-i mutlakı, mütemerrid ve inadçı dalâleti kırsın. Herkese kat’î kanaat verebilsin.

Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dâhilinde dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir. Yoksa komitecilik ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i maneviyesine karşı çıkan bir şahıs, en büyük manevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü imana girmek isteyen muannidin nefsi ve ene’si diyebilir ki: “O şahıs dehasıyla, hârika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şüphesi kalır.

 Bir Said değil, bin Said feda olsun

Allah’a binlerce şükürler olsun ki, yirmi sekiz senedir “dini siyasete âlet” ithamı altında kader-i İlahî, ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zalimane eliyle, mahz-ı adalet olarak, beni tokatlatıyor, ikaz ediyor: “Sakın”, diyor, “iman hakikatini kendi şahsına âlet yapma. Tâ ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun!”

İşte Nur risalelerinin, büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değil. (…) Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-ı imaniyedir.

Madem ki, nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. 28 sene çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, mahkeme mahkeme süründürenlerin, katiller, caniler sandalyesine beni oturtanların, bana hakaret edenlerin, türlü türlü ağır ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin, zindanlarda bana yer hazırlayanların hepsine, hepsine hakkımı helâl ettim.

(…) Ben maddî, manevî her şeyimi feda ettim. Her musibete katlandım. Her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî, manevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası içün çalışacaklardır. (…) Nur mekteb-i irfanının talebeleri bu vasiyetimi hiçbir zaman unutmasınlar.”
<< Önceki Haber Bediüzzaman’ın, hiç unutulmamasını istediği vasiyeti Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER