Fazıl Gökçek'in, İletişim Yayınları'ndan çıkan “
Osmanlı Kapısında Büyümek -
Ahmed Midhad Efendi'nin Hikâye ve Romanlarında Gayrimüslim Osmanlılar” başlıklı kitabında yer alıyor.
Öyle bir yazı ki bu, Ahmed Midhad Efendi, makalesini sanki dün, Başbakan'ın çıkışından sonra kaleme almış.
Şöyle diyor:
“Her lisanda 'hakikat' ve 'mecaz' denilir iki hüküm vardır ki gerek konuşulur, gerek yazılır iken bu hükümler bilinmeyecek olursa anlaşılmak güç olur.
Bir sözün, bir kelimenin evvelâ hakiki olan manâsı murad olunur. '
Arslan' denildiği zaman o meşhûr yırtıcı
hayvan murad olunmak gibi. Kelimenin mecazî olan mânası ise (...) kelimeyi asıl kendi mânasına almak mümkün olmadığı
vakit meydana çıkar. Misal-i meşhûrunca (yaygın örnekle) 'Hamamda bir arslan gördüm' demek gibi ki, hamamda gördüğüm şey mahut yırtıcı hayvan olamayacağı, çünkü o yırtıcı hayvan hamama gelemeyeceği için ona benzer bir şey, iri yarı, güçlü kuvvetli bir kahraman görmüş olduğum anlaşılır.
Şu usul-i lisaniyeyi (dille ilgili şu kaideyi) hatıra getirdiğimiz anda 'Hıristiyanlardan kardeş olur mu imiş!' diye bir iki haftadan beri bazı kimseler nezdinde görülegelmiş olan galeyana şaşmamak kabil olmaz...
Eski imlâsı 'karındaş' olan bu kelimenin mânâsı, ikisi bir babanın belinden inip bir ananın rahminden doğan iki kimse arasındaki münâsebettir. Bu mânâya göre Hıristiyanlarla Türkler birbirinin kardeşi olamaz (...)
'
Ermeni kardeşlerimiz' ve 'Bulgar kardeşlerimiz' ve 'Rum kardeşlerimiz' denildiği zaman evvelâ bunlarla beraber bir ana ve babadan doğmamış olduğumuz için aramızda mânâ-i hakikiyesiyle (gerçek manasıyla) bir kardeşlik murad olunamaz. Zîrâ dinlerimiz başka başka olduğu için burada 'din' kelimesi bir cihet-i câmia (toplayıcı yön) teşkil edemez. Müslümanlar arasında bulduğumuz mecaz burada bulunamaz. Öyle bir din kardeşliğini biz iddiâ edecek olsak onlar kabul etmezler. Öyle ise ikinci bir mâna-i mecazi arayacağız. Tabii onu pek kolay bulacağız.
Düşünelim ki bir köyde, bir kasabada, bir şehirde Hıristiyanlar ile kapı bir komşuyuz. Doğan güneş cümlemizi tenvir (aydınlatıyor) ve ihyâ ediyor. Yağan yağmur mahsulât-ı arziyesiyle (topraktan çıkan ürünleriyle) cümlemizi besliyor. Yangın gibi, zelzele gibi bir afet cümlemize isabet ediyor. Hatta mine'l-kadim (eskiden) duygularımıza girmiş olduğu vecihle birimizin düğünü diğerimizi de neşelendiriyor. Birimizin hastası, cenazesi diğerimizi de kahırlandırıyor. Elhasıl maişet-i medeniyece (medeni
yaşam açısından) birbirimizin ortağı sayılıyoruz. Bu kadar cihat-ı câmia aramızda bir 'kardeşlik' hasıl eder de buna 'öz kardeşlik' ve 'din kardeşliği' diyemeyeceğimize mukabil 'vatan kardeşliği' der isek
kıyamet mi kopar? İşte mânâ-i mecâzi (mecazi anlam)...
Türkiye'de müsavat (eşitlik) ha!
İşte Hıristiyanları vatan kardeşliğine bile kabul etmiyorlar.
Onları ayrı ve
yabancı addediyorlar. Yabancı addettikten sonra mallarını, canlarını, ırzlarını, hatta dinlerini mübah saymak uzak mıdır? Bir yerde emsâli görüldüğü vecihle (üzere) Hıristiyanlar üzerine hücum bi'l-kuvve (potansiyel saldırı) yine mevcuttur. Kuvveden fiile çıkmak dahi 'mutaassıbâne bir galeyandan başka bir şeye muhtac değildir' derler ki bu zehrin panzehiri bizim için güç ve pahâlı bulunabilir.
Allah aşkına aklımızı başımıza alalım...”
Ahmed Midhad Efendi böyle demiş, 101 yıl önce, içeriden ve yürekten?
Baykal ve Bahçeli ne buyururlar acaba?
Aslında acı…
Aradan geçen 101 yıla rağmen aynı yerde durmak, Baykal, Bahçeli gibi “bakmak” ne acı…
ALİ BAYRAMOĞLU-YENİ ŞAFAK