Son
albümünde Itri’nin Saltanatlı Tekbir’ini çello ile yorumlayan Uğur
Işık, “Tekbiri
Avrupa’daki konserlerimde çaldığım zaman içerideki İngilizlerin, İtalyanların, Hollandalıların çok etkilendiğini görüyorum, inanılmaz bir havaya giriyorlar. ” diyor.
Çellist Uğur Işık dünya çapındaki müzisyenlerimizden biri olsa da, bizler onu politik söylemlerde bulunmadığı için henüz tanımıyoruz! ‘Uğur Işık müziği’nin en önemli özelliği, kendi kültürümüze ait olan parçaların Batı sazı olan çelloyla yorumlanması… İlk albümünde
Anadolu türkülerini çelloyla yorumlayarak Avrupa’da büyük sükse yapan Işık, ikinci albümü ‘Cello Invocations’la (Çellonun Duası) da büyük bir çıkış yakalamış durumda. “Bu albümde dünya üzerindeki dinleri Anadolu topraklarında buluşturdum.” diyen Uğur Işık, her albümünde farklı bir şekilde yaftalanmaktan şikâyetçi. İlk albümünde ‘
Alevi’sin’, ikinci albümünde ‘dincisin’
baskısına maruz kalan Işık, çareyi ‘ben
dindar değilim’ demekte bulmuş. “Albümde, din mevzusu değil; dinî
müzikler mevzusu var.” diyen Uğur Işık’la dünyada büyük ilgi gören; fakat kendi ülkesinde bundan mahrum kalan sanatını, müziğine gelen eleştirileri ve yapmak istediklerini konuştuk.
Dinî müzik yapma fikri ilk albümden sonra mı gelişti, yoksa zaten var mıydı?
Hangi toplumun müziğini inceliyorsanız, önce onların dinî müziklerini öğrenmek zorundasınız. Batı müziği öğreniyorsanız, Bach öğrenmeden klasik müzikçi olamazsınız. Bach da dinî müzik yapıyor sonuç olarak. Türk müziği çalıyorsanız, bunun temeli olan Mevlevi ayinlerini, ilahileri, kasideleri, makamları öğrenmek zorundasınız. ‘Dindar bir insan değilim’ ama ben de Mevlevi ayinlerini öğrendim,
sema yaptım. Müziğin en derinine, en köküne inmeden üstüne bir şey kuramazsın, müzik böyle bir şey… Dinî müziklerle yaşıyoruz; fakat insanlar din lafı geçen konulara
soğuk bakıyor. Albüm, tüm dinlerin büyük bir zikri. Zikir dediğin zaman insanlar korkuyor. Zikir çok güzel müzikal bir gösteri… Dizilerde var, etrafta görüyoruz salya-sümük…
Kendilerinden geçiyorlar(!)
Kendinden geçme de değil, kendilerinden geçebilseler keşke! Özellikle filmlerde, dizilerde zikri kötü gösteriyorlar: Hırıltılar, gürültüler, sevişir gibi sesler çıkaranlar var! Bunların zikirle alakası yok, zikir bambaşka bir şey.
Albümdeki zikri kim yapıyor?
Çocukluk yıllarından beri tekke kültürüyle yetişen gerçek zikirciler yapıyor. Onlar otantik yapısına göre yapıyorlar ve bu zikirde vücutlarını enstrüman gibi kullanıyorlar.
Albümdeki 15 eserin kriterleri ne oldu? Bu 15 parçada sizi cezbeden ne vardı?
Dinlerin dünya üzerindeki işlenişleri farklı, onun için bu farklılıkları bir araya getirdim. Bir kere
tekbir olmalıydı. Tekbir dinleyip de etkilenmeyecek birini tahmin edemiyorum. Tekbiri Avrupa’daki konserlerimde çaldığım zaman içerideki İngilizlerin, İtalyanların, Hollandalıların tüylerinin diken diken olduğunu görüyorum, inanılmaz bir havaya giriyorlar. Çellonun dua etmesi fikriyle tekbirden sonra salavatı koydum. Bunlardan hemen sonra kasvet dağılsın diye Fas’tan Ellayl Zahi’yi koydum. Koyu ve eğlenceli
Müslümanlığı birbirine karıştırdım.
Albümden son anda çıkardığınız eserler neler?
Bir ilahinin üstüne çalacağım çok hüzünlü bir sala... İki kişi sala okuyor. Bu hazır, çalacağım. Bir CD’nin içine girmeyecek ama bir film müziği olarak kullanılabilir. Albümde yer veremediğim müzikler mutlaka
kayıt altına alınacak.
Film müziği demişken devam edelim. Albümünüzdeki parçalar, bir film müziği etkisi bırakıyor. Bu yönde çalışmalarınız var mı?
(Bu güzel bir tespit) Film müzikleri bir hikâyeden yola çıktığı için güzeldir. Bu albümdeki parçaların hepsinin de bir hikâyesi var. Hepsinin film müziği gibi hissedilmesi güzel; fakat filmlerde bana haber verilmeden kullanılması, hadi bunu geçtik film bitiminde ‘müzik’ ibaresinin altına başka isimlerin yazılması; üstelik o filmlerin benim müziğimle bir sürü müzik ödülü alması kötü! Böyle kötü şeyler olduğu gibi, iyi şeyler de var.
Kanada’dan Hakan
Şahin’in çektiği ‘Snow’ filmine ve
Murat Bardakçı’nın ‘Son Osmanlılar’ belgeseline müzik yaptım. Yine Murat Bardakçı’nın programı ‘Tarihin Arka Odası’nın müzikleri de benim ilk albümümden.
Albümün en önemli özelliği, farklı dinlere ait müziklerin aynı tınıya sahip olması… Neden hepsini aynı tonlarda çaldınız?
Ben İtalyan Katolik müziğini bir İtalyan gibi ezberledim ama İtalyan gibi çalmadım. Eğer onlar gibi çalsaydım bir kopukluk olacaktı albümde. O zaman Ey Şahin Bakışlım’ın arkasından gelen Lamento di Tristino, başka bir CD konmuş da ondan çalıyormuş gibi olacaktı. Hâlbuki bu haliyle dinleyiciler geçişleri fark etmiyor.
Dediğiniz gibi, ben albümü dinlerken her müzikte İslam ezgisini hissettim. Peki, bir Yahudi veya bir Hıristiyan dinleyiciniz, müziklerinizden kendi dinlerine ait bir şeyler hissediyor mu? Tepkileri ne oluyor?
Avrupalı dinleyiciler zikir çaldığımda gözlerini kapatarak sallanmaya başlıyorlar. Başka bir dine mensuplar ve zikrin İslam dinine ait dinî bir müzik olduğunu biliyorlar; fakat bu, onların bu müziği hissetmesini engellemiyor. Albümde sırayla
İspanyol Katolik çalıyor, Jezebel geliyor arkasından, ardından Hicaz ayini ve bir Yahudi parçası olan Yad Anuga geliyor. Bu müzikleri peş peşe dinleyen Yahudi de olsa, Hıristiyan da olsa, Müslüman da olsa kendi müzikleri gibi dinliyorlar, bu müziklerin hepsi bizden diyorlar. Albümdeki
Ezanı (Çağrı) dinleyen bir Hıristiyan bu benim müziğim diyor, ezan onlarda dinî bir şeyler uyandırıyor. Sonuçta dinî müziklerin hepsi aynı samimiyete ait, hepsi
Allah’a yapılmış müzikler.
Neden dinî müzik yaptın diye tepki gösterenler var mı?
Yakın çevremdeki insanlar tepki gösterdiler tabii… Bu albümle birlikte en çok korktuğum şey beni bir kesime (benim için kesim diye bir şey de yok, bunlar çok çirkin şeyler) oynuyor denmesi ve bu damganın vurulması çok kötü. Ben her şeye açık
bakan bir insanım. En dindar Müslüman’ın yaptığı zikirden, en koyu Katoliğe kadar bana her şey eşit. Zaten hepsi aynı…
Halbuki siz tüm demeçlerinizde ısrarla, ‘ben dindar değilim’ diyorsunuz!
Bana bu albümle birlikte ‘dinci’ dediler. Ben de, dindar bir adam değilim, demek zorunda kaldım; iyi bir şey değil ki bu. Ben ateist falan değilim, ben inanan biriyim; ama ben bunu demek zorunda kaldım. Niye böyle bir psikolojik baskı yapılıyor? Benim için herkes aynı, herkes eşit, ben herkese böyle bakıyorum. Adam övünerek ateistim diyor, ben de dindar değilim demek zorunda kalıyorum. Ben bu albümün hepsini Müslüman müziği yapardım… Ve bu Avrupa için çok daha cazip olurdu; ama yapamadım. Yapsaydım yediğim damgayla…
Kani Karaca, beni heyecanlandırıyor
İki albümünüzün içeriği sürpriz oldu. Üçüncü albüm merak konusu...
Üçüncü albüm fikir olarak hazır. 3-4 yıl sürecek çalışmalarına da başladım. Üçüncü albümle birlikte çok daha neşeli bir proje geliyor. Bu albümün kayıtları doğada yapılacak.
Bolu Dağı’ndaki bir köye gideceğiz. Orada çıt yok, sadece rüzgâr ve kuş sesleri… Bir
mikrofon onlara, bir mikrofon da çelloya kuracağım. Ben
doğal şeyleri seviyorum. İnsanların sizin nerede çaldığınızı hissetmesi lazım.
Albümlerinizde çelloya eşlik eden diğer enstrümanlar neler?
İki albümde de yok. Ben format olarak çellonun birçok yönünü kullanıyorum: Tiz sesleri, bas sesleri, pedal sesleri, birbirine eşlik etmesi… Destekleyici olarak Fahrettin Yarkın’la perküsyon kullanıyoruz, bir de her albümde insan sesi kullanıyoruz. Bunun nedeni çellonun insan sesine en yakın saz olması… Bu albümde insanları, işin formatına uygun olarak biraz daha enstrüman gibi kullandım.
Beraber çalışmak istediğiniz bir sanatçı var mı peki?
Bu proje başladığı günden itibaren hep Kani Karaca ile bir şeyler yapma isteğim vardı. Kani Karaca’ya ezan okutturup çelloyla eşlik edecektim. Bu albümde yer alan ‘Çağrı’ isimli parça tarzında bir şeyler yapmayı istemiştim. Çağrı’da,
Üsküdar Meydanı’ndaki iki farklı minareden gelen ayrı iki ezanın üst üste kombinasyonu var. Biri Hicaz ezan, diğeri segah… Segah, Bekir Sıtkı Sezgin’in; Hicaz ise Kani Karaca’nın okuduğu ezanın aynısıdır. Kani Karaca’yı dinlediğim zaman heyecanlanıyordum, onu çelloyla çalmak istiyordum. Gitti tabii aramızdan… İki rahmetliye de Çağrı’yla gönderme yapmış olduk.
Sanırım bir göndermeniz de Ali Ekber Çiçek’e…
İlk albümde
Haydar Haydar’ını çalmıştık. Ali Ekber Çiçek öleceğini öğrendiği zaman dedi ki, ‘ben konser vereceğim -benim öyle bir durumum olsa yapmam-’. Demek ki Ali Ekber Çiçek çok büyük bir tasavvufi yapıya sahip ki bunu diyebildi. O ölüme gidiyor gibi değil de, son bir yere merasimle gidiyor gibiydi, bu çok etkileyici. Ben içim elvermediği için o konserine gitmedim. O konserde, “El Vurup Yâremi İncitme Tabib / Vay Dünya, Dünya Yalansın Dünya” diyip ‘ben asıl yere gidiyorum’ dedi. Bu müziği dinledikten sonra ‘ben bunu yapacağım’ dedim. Ki bu parçanın aslı hareketlidir. Ama ben Ali Ekber Çiçek’in arkasından ağıt çaldım, bu da ona bir gönderme oldu.
SERKAN KARA - ZAMAN CUMAERTESİ