Başbuğ’a “siyasi” ve “akademik” bir cevap
Org.neral Başbuğ’un
Harp Akademileri’nde yaptığı, ama dokuz kanaldan canlı yayınına izin vermekle bütün
Türkiye’ye seslenmeyi hedeflediği iki saatlik konuşmasını, esas olarak “
sivil-asker ilişkileri” konusundaki “akademik” tezi üzerinden eleştirmek istiyorum.
Bu eleştiriyi, aşağıda “Neden Huntington değil” başlıklı beşinci maddede bulacaksınız.
Ama önce nispeten yumuşak tonuna, içerdiği “
demokrasi” kelimelerine ve geçmişteki konuşmalarına kıyasla “tehditkâr olmayan” bir üslup taşımasına rağmen, Başbuğ’un konuşmasını neden esas itibariyle olumsuz bulduğumu dört “siyasi” başlıkta kısaca anlatmaya çalışayım.
1) NEDEN “DEMOKRATİK” DEĞİL
Lafı dolandırmaya gerek yok: Başbuğ’un dünkü konuşması, asker-sivil ilişkilerini demokratik bir çerçevede yürüten herhangi bir ülkede yapılması imkânsız bir konuşmadır.
Demokrasi, üzerinde
üniforma, omzunda yıldızlar, emrinde yüz binlerce asker ve tonlarca ağır
silah olan bir subayın, askerliğin çok net çizilmiş sınırları dışındaki hiçbir konuda kamuoyuna yönelik konuşmalar yapmasına izin verilmeyen bir rejimin adıdır.
Bir demokraside, genelkurmay başkanı çıkıp
Anayasa’nın nasıl değiştirilip nasıl değiştirilemeyeceği, muhtemel bir “af” düzenlemesinin sınırlarının nasıl çizileceği, vatandaşlık tanımının ve sorumluluklarının nasıl anlaşılması gerektiği ya da dinin toplumsal hayattaki yerinin ne olması gerektiği konusunda görüş açıklayamaz.
Buna imkân veren bir düzen, demokrasi değil, olsa olsa “askerî
vesayet rejimi”dir.
Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un, kendisini dinlemeye bazı demokrat yazarları davet etmiş olması da, demokrasiye sahip çıkan cümleleri de, “
terörist” dediği insanların “insan” olduğunu teslim etmesi de,
Mustafa Kemal’in “Türkiye halkı” ifadesini tekrarlaması da olumlu ama bu temel gerçeği değiştirmeyen ayrıntılardır.
Başbuğ’un konuşması “demokrat” bir konuşma değil, olsa olsa “ılımlı” bir vesayet konuşmasıdır.
2) NEDEN “ÇAĞDAŞ” DEĞİL
Başbuğ’un çağdaşlık ve çağdaş uygarlık kavramlarını çok sevdiğinden kuşkum yok.
Genelkurmay Başkanı, muhtemelen yaptığı konuşmanın da “çağdaş” olduğunu, “çağdaş” mesajlar verdiğini düşünüyor.
Ancak siyasi tezlerine ve toplumsal algısına sadece “modernite”yi referans alan bir konuşmanın 2009 yılında artık “çağdaş” sayılabilmesi mümkün değil.
Kara Kuvvetleri Komutanı
Orgeneral Koşaner’in geçen yıl görevi devralırken yaptığı konuşmadan anladığım kadarıyla, “postmodern” kavramını düşman ilan etmiş olan askeriyemize, bugün artık postmodern bile değil, post-postmodern bir dünyada yaşadığımızı hatırlatmak gerekiyor.
Modernite, onaltıncı yüzyıldan yirminci yüzyılın başına kadar uzanan ve bugün en az yetmiş yıl geride kalmış bir siyasi-felsefi-entelektüel dünyayı tanımlar.
Modernitenin, başta “ulus-devlet” yapısı olmak üzere, Başbuğ’un konuşmasında ısrarla savunduğu birçok entelektüel ve siyasi tezahürü, bugün artık “çağdışı” olmuştur ya da olma yolundadır.
Avrupa Birliği gibi, egemenliğin devrine ve ulus-devlet işleyişinin büyük ölçüde son bulmasına yönelik bir kurumun tam üyesi olmak için çalışan bir ülkenin genelkurmay başkanının çıkıp ulus-devleti her vatandaşın savunması gerektiğini söylemesi, çağından da, çağının ürünü olan
Avrupa Birliği’nden de ne denli uzak düştüğünün hüzünlü bir kanıtı olabilir ancak.
3) NEDEN “BİLİMSEL” DEĞİL
Bir konuşmanın, bir metnin “bilimsel” olup olmadığı, bilim adamlarından alıntılar içerip içermediğiyle belirlenmez.
Bilimselliğin ölçütü yöntemdir.
Bu bakışla, Başbuğ’un konuşması, içerdiği bütün o Weber, Montesquieu alıntılarına rağmen, dün onu dinleyen gazetecilerden bir bölümünün mikrofonlara söylediğinin aksine hiç de “bilimsel” değildi.
Çeşitli konularda tarihî ve siyasi analizler yapıp tezler ortaya koyan Genelkurmay Başkanı, Türkiye’nin bugününü ve geçmişini bilimsellikten uzak bir bakışla irdeledi.
Aynı zamanda bir iktisat profesörü olan yazar
Mehmet Altan’ın konuşmanın ardından söylediği gibi, Başbuğ’un,
Kürt meselesinden
dindarlık meselesine, her türlü konuyu sadece siyasi bir bakışla, belirleyici nitelikteki sosyo-
ekonomik olguları hiç ama hiç görmeden anlayıp açıklaması bilimsel bakış açısından ne denli uzak olduğunu gösterdi.
Nitekim, “Atatürkçü Düşünce Sistemi” adı verdiği Kemalizm’i, “Ne yapılacağını anlatan bir ideoloji değildir. Akla ve bilime dayanarak nasıl karar verileceğini gösteren bir dünya görüşüdür” diye tanımlaması Başbuğ’un çağdaşlık kadar bilimle ilişkisinin sınırlarını da çizdi.
4) NEDEN “TUTARLI” DEĞİL
Avrupa Birliği yolundaki bir ülkenin ilelebet “ulus-devlet” kalacağı hayalini içermesinden Türk ordusunun bu topraklardaki uygulamalarını, ABD ordusunun
Irak ve
Afganistan işgali sırasındaki uygulamalarıyla kıyaslamasına kadar, Başbuğ’un konuşmasında birçok mantıksal tutarsızlık vardı.
Generalin, Kürt meselesini 1984’te ortaya çıkmış gibi göstermesini ise konuşmasının tarihsel tutarsızlıklarına örnek verebiliriz.
Ya da
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ayrımcı bir kadro politikasına sahip olmadığını söyleyen ve gayrımüslimlerin de milletvekili olabilmesi gereğinden dem vuran Genelkurmay Başkanı’na, “Niye o zaman Rum,
Ermeni generaliniz yok? Niye o zaman dindar subayları
tasfiye ediyorsunuz?” deyip sözleriyle uygulamaları arasındaki tutarsızlığa işaret edebiliriz.
Ama bence Başbuğ’un en büyük tutarsızlığı, bir yandan Samuel Huntington’ın sivil-asker ilişkileri yaklaşımını benimsediğini söylerken, bir yandan da bu yaklaşıma taban tabana aykırı davranması, askerin söz hakkını askerî konularla sınırlayan Huntington’a
ihanet etmesiydi.
5) NEDEN “HUNTINGTON” DEĞİL
Öte yandan, Başbuğ’un demokratlıkla ve çağdaşlıkla uyuşmayan ana mesajlarından biri de Huntington’ın tezini sahiplenmesiydi.
Zira Huntington’ın bundan yarım asır önce yayımladığı
Asker ve Devlet kitabı, sivil-asker ilişkileri üzerine çalışanlar için bir klasik olsa bile, bugün artık demokratik teoride benimsenmeyen temel yaklaşımlar içeriyor.
Huntington, bu kitapta, sivil-asker ilişkilerinin özünde bir çelişki barındırdığını reddeder. Sıkıntıyı, sivillerin askerleri
denetleme yöntemlerinin yetersizliğinde görür. Bunu gidermek için de “objektif
kontrol” dediği mekanizmayı önerir.
Mekanizmanın, Huntington’ın kafasındaki ideale uygun işlemesi, ordunun azamî profesyonelliğini gerektirir. Huntington’a göre, profesyonelliğin ölçütü, “sivillere tâbi” olmayı kabullenmektir.
Ordu üzerindeki “objektif kontrolün” başarısını ise, sınırları iyi çizilmiş bir “işbölümü” garantiler.
Basitleştirirsek, sivil sivilliğini, asker askerliğini bilir.
Asker, sivilden gelen emirlere her zaman uyar, ama sivil de askere, askerî konularda özerklik sağlar; mesela, bir askerî harekâtın kaç askerle yapılacağı konusunda, askere emir vermez.
Başbuğ, dünkü konuşmasının başında işte Asker ve Devlet’teki bu temel tezlere sahip çıktı.
Oysa bu tezler, elli yılda birçok teorisyen tarafından delik deşik edildi.
Gene Lyons’ın 1960’larda Huntington’a karşı geliştirdiği “Ordu, tam anlamıyla profesyonel davranamayacak kadar siyasileşmiş, siviller ise, sonucu stratejik olan askerî kararları alabilecek kadar profesyonelleşmiştir” kabulü bugün demokratik ülkelerde revaçta.
Lyons’ın kabulünün temelinde, Huntington’ın önerdiği türden bir “özerkliğin” orduya asla tanınamayacağı, zira bunun, sivil iradeyi zayıflatacağı görüşü var.
Nitekim, “askerin tavsiyesini almak” ile “askeri, kendi alanında özerk bırakmak” arasındaki fark çok büyük ve Huntington’ın tersine, demokratik teori, bunlardan birincisinin “gerekli ve yeterli,” ikincisinin “sakıncalı” olduğunu savunuyor.
Ama öyle anlıyorum ki, Lyons’ın günümüz NATO ordularınca benimsenen bu demokratik yaklaşımı Başbuğ’a hitap etmiyor.
Genelkurmay Başkanı, Huntington’ın Batı’da artık sadece bir “klasik” olarak değer taşıyan ve sivil-asker ilişkilerinde belirleyici olma özelliğini çoktan yitiren tezlerini yeğliyor.
Yazık, çok yazık.
YASEMİN ÇONGAR-TARAF