AHMET KURUCAN - ZAMAN
Susuzluktan çatlayan bir hayvana öldükten sonra su vermek ne mana ifade eder ki?
Namazın bir vakti vardır; vaktinde kılınırsa namaz "eda" adını alır ve insan sorumluluktan kurtulur. Vakti geçtikten sonra kılınan namazın adı "eda" değil "
kaza"dır. Sorumluluktan kurtulup kurtulamadığımız ise hakiki manasıyla ötede belli olur. Başka bir anlatımla, husuf ve küsuf namazları Ay ve
Güneş tutulması esnasında kılınır. Çünkü Güneş ve Ay tutulması, bu namazların vaktidir.
Bu örneklerle bir yere varmak istiyorum; musibetler, duanın hususi vakitleridir. Hususi derken kastım; insan, hayatının her bir saniyesini, her bir salisesini dua ile geçirebilir; o ayrı mesele; ama musibetler, sebepler üstü münacatın adı olan duaya öncelik verilmesini gerektiren zaman dilimleridir.
Musibet ve dua zaviyesinden içinde yaşadığımız zaman dilimine global bir gözlükle bakıldığında şunu demek mümkündür o zaman; insanlığa ve özellikle
İslam dünyasına musallat olan musibetler öylesine çok, öylesine her yeri kaplamış ki 24 saatin 24 saatini de 'dua vakti' deyip dua ile değerlendirsek sezadır. Bunlar öylesine büyük musibetler ki ne bir fert olarak benim, senin, onun ne de maddi güçlerini birleştirseler de umumi olarak Müslümanların bunları aşması, şeytani oyunların üstesinden gelmesi imkân dâhilindedir. Bunları aşmak ve sahil-i selamete çıkmak ancak ve ancak Müsebbibu'l-Esbab olan Allah'ın havl ve kuvveti ile mümkündür.
Suriye'de yaşanan insanlık dramını, Somali'de, Kenya'da, Uganda'daki kıtlık felaketini nasıl aşacaksın? Türkiye'de hayatın dört bir yanında yaşanan onca olumsuzluklara fert olarak nasıl "hemen" çözüm bulacaksın?
İşte bütün bunlar bizi inanan insan olarak sebeplere riayetle birlikte duaya sevk eden, sevk etmesi gereken hakiki amiller değil midir? Biz bütün bunların Allah'a karşı sergilenecek hakiki kulluk tavrıyla aşılacağı inancında değil miyiz? Aynı istikametteki soruları uzatmaya gerek yok; çünkü cevabı belli bu soruların.
İmanın tadını tatmış her Müslüman'ın bu sorulara vereceği
cevap bellidir ve aynıdır; amenna.
İyi ama amenna diyerek iman ettiğimizi haykırdığımız bu mesele karşısındaki tavrımız nedir? Madem inanıyoruz, neden dua yapmıyoruz? Dikkat edin bu benim sorum; Hocaefendi'nin aynı yerde sorusu ise daha farklı: "Madem inanıyorsunuz, neden dua ederken çatlayıp ölen kişi yok aranızda? Sabahlara kadar yana yakıla dualarla gecelerini tüketen, ağlamaktan ciğeri kavrulmuş,
gözyaşı pınarları kurumuş sima göremiyorum."
HAKİKİ MANADA İNANSAYDIK...
Utanarak da olsa, sıkılarak da olsa cevabını ben vereyim müsaadenizle bu soruların; çünkü biz inanmıyoruz. İnanıyoruz desek de, inanıyoruz gözüksek de, yukarıdaki paragraflarda olduğu gibi bu inancımızı kâğıtlara döksek de, hakiki manada inanmıyoruz; inansaydık sorularla işaret edilen yerde olurduk. Hakiki manada inansaydık dünyanın dört bir yanında zuhur eden ve her gün bunlara bir yenisi ilave edilen problemler karşısında dua, dua, dua der inlerdik. Tıpkı kendisinin inlediği gibi.
Farkındayım;
siyah beyaz mantığı ile yaklaştım hadiseye. Doğrudur; çünkü bir şey ya siyahtır ya da beyazdır bazı meselelerde. Ortası yoktur; gri tonlar bulunmaz orada. Bu meselede de böyle. Madem inanıyorsun duanın gücüne; amelinle onu isbat edecek, inandığını göstereceksin. Aksi halde inanmıyorsun demektir, inanman gerektiği ölçüde.
Sebepler planında beşer olarak alınacak önlemler bir tarafa, sebepler üstü bir güçle, yani ancak Allah'ın havl ve kuvvetiyle aşılacak bir problem geldi huzura. Aslında daha önce de gelmiş o mesele. Karar aşamasına gelindiği için tekrar gündeme geldi. "Herkes dua etsin demiştik ama ediyor mu acaba?" diye sordu salonda bulunanlara. Kısa bir sessizlik oldu; ne '
evet' ne 'hayır' cevabı yükseldi salondan. "Istırabını duyacaksınız ki edesiniz." dedi ve ses tonunu yükseltip bir
ülke ismi söyleyerek, "Orada bir zamanlar var olan bir problem karşısında tam 5 yıl ağladım ben. Otururken ağladım, ayakta iken ağladım, yürüme bandına bindim ağladım, indim ağladım. O imkânların bizlere sunulması Allah'ın bir lütfuydu. Hata yapıldı; ama hakkımız yok ki! Şakası yok bu işin."
Meşhur sözdür; zirvelerde kar, bora,
fırtına çok olur derler. Alın size yeni bir fırtınalı zemin; hem de hava günlük güneşlik iken. Haydi, tutunun bakalım o zirvede bu kar, bora, fırtına atmosferinde şimdi.
"Bari bir dua!" sözleri bozdu kısa süren sessizlik ortamını. Bir daha, bir daha "Bari bir dua!" seslerini duydu salon: "Benim ağzımın tadı kaçtı. Dersi kesip kalkıp içeri gidesim geliyor. Kalkın gidin hacet namazı kılın ve şu büyük musibet için gözyaşlarınızla birlikte dua dua yalvarın."
Buraya kaydedip etmemede tereddüt ettim bir an ama devamını da söyleyeyim: "Yarı
şaka yarı ciddi" dedi önce ve ardından "geceleri kalkmayan, gözyaşları ile yalvarmayan gelmesin bu salona."
Biz bu manzaranın yaşandığı gün
tefsir dersinde Hz. Musa'nın Maide Sûresi'nde anlatılan vakasını okuyorduk. Orada kavmi diyor ki Hz. Musa'ya: "Sen ve Rabb'in git savaş; biz burada oturuyoruz."
ŞİMDİ DE SURİYE
Bu hadiseden sonra uzun uzadıya düşündüm, duaya, duanın
yaptırım gücüne inandım deyip inandığımızı geceleri kalkarak, yana yakıla, gözyaşlarıyla yaptığımız dualarla göstermeyen, gösteremeyen bizler acaba Hocaefendi'yi duada da yalnız mı bırakıyoruz dedim kendi kendime. "Bari bir dua!" nidaları onun için miydi acaba?