Her şeyin stajı olur da yetimliğin olmaz mı? Dört yanı yetimlerle dolu bir beldedeyseniz başka türlü hissetmenin imkânı kalmıyor. Aynı dili konuşamasak da yan yana yaşayarak öğreniyoruz hüznün, kederin, mutluluğun ve sevginin manasını...
Bazen bir şey hakkında ne kadar az bilgi sahibiyseniz o kadar rahat konuşursunuz. Kısa süreli gözlemler, birkaç soru, birkaç kare fotoğraf yeteri kadar fikir verir. Süre uzayıp malumat arttıkça, söz söyleme imkânını yitirmeye başladığınızı fark edersiniz. Susmak konuşmaktan daha kolay anlatır meramınızı. İlk günler ve haftalarda söylenebilecek çok şey vardı Açe ve buradaki varlık sebebim yetim çocuklara dair. Resimler, sesler, ifadeler... Biriktirmek fotoğrafı zenginleştirir, sözü çoğaltır sanıyordum. Oysa şimdi kelimelerin kifayetsiz kaldığını hissediyorum. Akıp giden bir hayat ve o hayata açılan yüzlerce pencere var yanı başımda. Her birinin
manzarası farklı. Kimin gözünden baksam, kime
kulak kabartsam?... Ben anlatayım gördüklerimi desem, sükunetle, tevekkülle, tahammülle örülmüş şallar taşıyorlar omuzlarında. O
örtülerin altında, minicik yüreklerinden neler geçiyor kim bilir? Küçük anlamlar yüklüyorum dalıp giden bakışlarına, en mutlu zamanlarında bile bütün yüzlerini kaplamaya kudreti yetmeyen tebessümlerine, gözlerini kapayıp uzun uzun ettikleri dualara...
Mesleğe başladığında muhabir adaylarına öğretilen ilk
kural, haberin objektif yazılması zorunluluğudur. Olaylara duygusal yaklaşmak, haber metninin gerisinden okurlarla konuşup durmak gazetecinin yapacağı iş değildir. Yıllarca bu öğütler durdu başucumda. Her seferinde işe yaradı gayretlerim. Fakat bu sefer olmuyor. Kendimi bir parçası hissettiğim yetimler
ailesine dair yazacaklarıma aklımdan önce duygularım hâkim oluyor ne kadar uğraşsam da. Haber değil
mektup yazıyorum... İçimde incecik bir sızı...
TSUNAMİNİN ENKAZI YERLİ YERİNDE
Açe,
Endonezya’yı meydana getiren 17 bin 500 adanın en büyüğü Sumatra Adası’nın kuzey ucunda. Yüzlerce yıllık tarihi, mücadelelerle dolu siyasi geçmişi,
İslam’ın Uzak
Asya’daki ilk durağı olmak gibi mukaddes bir vasfı var. Bölgeyi tanımaya başladıkça yavaş yavaş ediniliyor bu malumat. Fakat Açe’nin hepsinin ötesinde bir anlamı var dünya için. Sözlüklerdeki afetler bölümüne koyu harflerle geçen tsunami.
Bütün dünyayı
yardım seferberliğine çıkaran bir afetti tsunami. Batı Açe açıklarında
Hint Okyanusu’nda meydana gelen deprem
denizi tetiklemiş, yirmi metre yüksekliğindeki dalgalar saatte 150 km hızla kıyılara vurup kısacık zaman içinde yüz binlerce insanın ölümüne, yüzlerce köyün, onlarca şehrin haritadan âdeta silinmesine sebep olmuştu. Şu günlerde, aradan dört yıl geçtikten sonra görülen manzara afetin ilk günlerini zihinde canlandırmayı imkânsızlaştırıyor.
Eyaletin başkenti bile toparlanabilmiş değil. Telefon şebekesi yeni yeni kuruluyor. Altyapı çalışmaları sürüyor. Devlet,
sivil toplum kuruluşları (STK) ve
halk bir ucundan tutmuş evler, mahalleler, şehirler inşa ediyor. Yine de Banda Açe’yi görmek yetmiyor tsunamiyi anlamaya. Kıyıdan güneye doğru devam ettikçe sadece insan hayatının değil tabiatın da altüst olduğu açıkça görülüyor.
Yardım faaliyetlerine katılanlar için çok aşina üç şehir, Lamnu, Calang ve Melaboh. Doğal güzelliklerini anlatmaya kelimeler kâfi değil. Bölgenin içlerinden doğan akarsular bu kıyılarda
okyanusa boşaltıyor sularını. Okyanus sırtını palmiye ormanlarıyla kaplı dağlara yaslamış. Dağlar bulutlardan sarık sarmış, bağdaş kurup oturmuş bilgelere benziyor. İnsanlar dağların eteklerinde çile doldurmayı bekleyen dervişlere...
Birbirine komşu dört şehir Banda Açe, Lamnu, Calang ve Melaboh. Bir uçtan diğeri yaklaşık 200 kilometre. Bu mesafe neredeyse on saatte katediliyor. Zira hâlâ yol yok. Okyanus,
nehirler ve yağmur bir olmuş, önüne katıp götürmüş tüm kara parçalarını. Arabalar, motosikletler çamura saplanarak, yolları
göle çeviren suları yararak yer yer yürüme hızıyla ilerliyor. Yol üzerindeki bütün evler birbirinin aynı. Hepsi tsunami sonrası inşa edilmiş. Kiminde
Türk bayrağı, kiminde
Kızıl Haç, kiminde çeşitli ülkelerin amblemi var. Bir arabada dört yetim, bir tercüman, bir
şoför ve gözün görmediği kendisine izah edilsin diye bekleyen bir
yabancı... Aylardır anlatılmayı, öğrenilmeyi bekleyen hikâyeler yolla birlikte yavaş yavaş dile geliyor.
Açe, yetimler memleketi demek benim için. Ferahlık ve huzur, orman, nehir, okyanus; denizin grisi, gökyüzünün mavisi, palmiye ormanlarının yeşili... En çok da çocuk sesi demek.
Anne babaların erkenden uzaklara yelken açtığı bu eşsiz coğrafyada, kendine akacak
yatak arayan cıvıl cıvıl, şırıl şırıl çağlayan çocukların sesi. 4 milyon 600 bin nüfuslu Açe’de İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) ve Açe Valiliği’nin yürüttüğü araştırmaya göre; tesbit edilmiş 60 bin yetim var. 35 bini tsunaminin, diğerleri yaklaşık otuz yıl süren iç savaşın mağduru. Rakamın büyüklüğü sosyal
hizmet faaliyeti yürüten kurum ve kuruluşları yetimlere yönelik çalışmaya itiyor ister istemez. Devletin yanı sıra çok sayıda uluslararası kuruluşun yetimhanesi, yetimlere yönelik projesi var. Ayrıca her köyde, şehirlerin hemen her mahallesinde
yerli halkın kurduğu yetim çocuklara İslami eğitim ve barınma hizmeti veren 'pasantren'leri unutmamak gerek.
Banda Açe’de 26
Aralık 2004’te yüzbinlerce cana mal olan tsunamiden sonra açılmış bir yetimhane
İstanbul Dormitory. Adından da anlaşılacağı gibi bir Türk kuruluşunun, İnsan Hak ve Hürriyetleri ve İnsani Yardım Vakfı’nın (İHH) 2005 yılı başında açtığı komplekste dokuz ile yirmi iki yaş arasında 100
kız öğrenci kalıyor. Banda Açe merkeze on beş dakika mesafede Blang Bintang (
yıldız tarlası) mevkiinde.
Pirinç tarlaları ve palmiye koruluklarıyla çevrili
küçük bir
tatil beldesini andırıyor ilk bakışta. Yurt binaları, kütüphanesi, toplantı salonu, yemekhanesi, mescidi, kliniği, lojmanları, misafirhanesi... İçinde bulundukları fiziki ve manevi şartlara bakıp Açe’nin en şanslı yetimleri demek mümkün burada kalan çocuklar için.
Toplumu ve kültürü tanımadan, konuşulan dili anlamadan sadece izleyerek elde edilen şeye bilgi dememek gerek. Tecrübe belki bunun adı. Yaşayarak öğrenmeye çalışmak... Küçük yaşta büyük travma atlatmak ne tür etkiler bırakır insan üzerinde? Bu sorunun uzman psikologlar tarafından
cevaplanması gerek. Her gün yeni sorular sorup onlara cevap arayarak
vakit geçirmek yetmiyor kesin yargılar kullanmaya. Bir
seyirci yazıyor bu satırları. Aylarını bir köşede oturup akıp giden hayatı izlemeye ayırmış bir yabancı. Zaman içinde yabancılık yavaş yavaş azalsa da eksiklik yerli yerinde duruyor.
Geçmiş hiç konuşulmuyor bu bahçede. Herkes günlük hayatın sorumluluklarının farkında; neşeli, hareketli... Artık kırklı yaşlarını süren bir başka yetimin uyarısı hâlâ çınlıyor kulaklarımda. “Günlük hayatların içine gir. İlk anda gösterdikleri gerçek yüzleri olamaz!” Aradan aylarla birlikte çok şey akıp geçse de neşe hâli sabit. Geriye dönüp bakıyorlarsa da bunu gözden ırak yapıyorlar, kimseye sezdirmeden. Güne çıktıklarında yine ileriye yöneliyor bakışlar. Yaralarını tazeleme, canlarını acıtma endişesi duymadan soru sormak çok zor. Hele de baş başa kalıp gözlerinin içine bakarak konuşma nimetinden mahrumsanız.
İngilizce konuşabilenlerin sayısı çok az. Bir başkasının tercümanlığına muhtaç kurulacak her cümle. Bu eksiklik daha çok susmaya itiyor her iki tarafı. Sesler değil eller, yüzler, gözler anlatıyor.
Zaman zaman hayatlarına onlardan daha duygusal yaklaştığımı düşünüyorum. Ne acılar, ne kırgınlıklar taşıyorlar küçücük bedenlerinde... Çaresiz parça parça şeyler biriktiriyorum haklarında. Bir gün Lhoknga’da Banda Açe’nin en güzel sahilinden geçiyoruz. Sırtını dağa vermiş devasa çimento fabrikası şehrin en büyük sanayi yatırımlarından. Dina’nın babası orada çalışıyormuş.
Yüreğimi en çok sızlatanlardan biri Dina. Dina Afiyetünnisa. 5
Kasım’da on üç yaşına girdi. Buradaki çocukları yaşlarından hareketle değerlendirmemeyi zor da olsa öğrendim. Bir sükunet ve tevekkül abidesi sanki. Sessiz, derin... En mutlu zamanlarında bile kederini perdelemeye yetmeyen bir tebessüm var yüzünde. Üç kız kardeşin en büyüğü imiş. Konuşmayı sevmiyor. Kısa cümleler kuruyor kendisi hakkında. Bir gece bahçedeki dönme dolaba uzanmış yıldızları izlerken konuşuyoruz. “Ne zaman bir sıkıntım olsa, kendimi mutsuz hissetsem onlara bakarım ve mutlu olurum yeniden.” diyor. Sonradan öğreniyorum küçük kardeşinin adının Bintang (Yıldız) olduğunu. O vermiş ismini. Şimdi gökyüzündeki yıldızlarda onu arıyor gibi. Bütün ailesini kaybettiğinde dokuz yaşındaymış Dina.
Hayattaki en yakın akrabası Açe’ye üç günlük mesafede, Jakarta’da yaşayan üvey amcası. Evinin bulunduğu muhit yetimhaneye sadece yarım saat mesafede. Burada kalmaya başladıktan sonra hiç gitmemiş o bölgeye. O söylemiyor, olaylar ortaya çıkarıyor yüreğinin kaldırmadığını. Ayda bir düzenlenen toplu pikniğin mekânı seçiliyor: Lhoknga. Bütün çocuklar neşe içinde arabalara doluşuyor. Herkes denizin tadını çıkarırken üç iyi
arkadaşın yokluğunu fark ediyorum. Dina, Dona ve Nopi. Kimse bilmiyor nerede olduklarını. Akşam, her zamanki gibi mescide ilk gelenlerden Dina. Neredeydin sorusuna altından kalkılması zor bir cevap veriyor: “Ben orada yaşıyordum abla. Bütün ailemi orada kaybettim, nasıl eğleneyim Lhoknga’da...” Belli ki arkadaşları da onu yalnız bırakmamak için geride kalmayı
tercih etmiş.
BANDA AÇE’DE KÜÇÜK BİR TÜRKİYE
Tsunami’nin akabinde binlerce çocuk kaçırılmış
yurtdışına. İlk günlerin şokunu atlatan eyalet yönetimi kısa süre sonra Açeli yetimlerin sadece yurtdışına değil Açe dışına çıkarılmasını da yasaklamış. İmkânlar ne kadar el veriyorsa o kadar bakılıyor ülkenin geleceği yetimlere. Devlet yetimhanelerinin durumu içler acısı. Sadece sevgi,
şefkat değil yemek,
kıyafet, mekân da yetersiz. İlk anda yüzünüze çarpan
koku sonradan göreceklerinizin habercisi. Bu manzaradan sonra daha da kıymetleniyor İstanbul Dormitory. Hep birlikte
Türkiye kabul ediyoruz bu bahçeyi. Yol kenarındaki tabelayı görüp Jalan İskender Muda’dan sola sapınca ulaşılıyor Türkiye’ye. Hepimiz İstanbul sevdalısıyız. Yuni Sara Konyalı, Vildan Ankaralı sayıyor kendini.
Vildan İstanbul Dormitory’nin ilk yetimi.
Mart 2005’te o geldikten sonra yüzlercesi daha girip çıkmış bu kapıdan. Çalışanlardan daha çok şey biliyor yolu buraya düşenler hakkında. Batı Açe’den, Calang’dan gelmiş. Köyünün güzelliğinden o kadar emin ki Banda Açe’de gördüğü manzaralara dönüp bakmıyor bile. Bir balıkçının kızı Vildan. Babasına balıkları pazara taşırken, annesine satılmayanları tuzlayıp kuruturken çok yardım etmiş. Tanımadığı deniz ürünü yok gibi.
Yetimhanenin en neşeli sakini. Dünyanın en mutlu yetimi âdeta. Hüzünden, gözyaşından hoşlanmıyor. Keder ona da uğruyor ara sıra ama çok kalmıyor. En çok küçük kardeşini özlüyor. Anne ve babalarını kaybettikten sonra imamesi kopmuş tesbih taneleri gibi dağılmışlar. Büyük ağabeyi on dokuz yaşında. Köyde kalan bir tek o. Hâlâ evleri olmadığı için bekâr odasında yaşıyor. Diğer ağabeyi üniversite öğrencisi. İki küçük kardeşi yetimhanede. Sekiz yaşındaki en küçüklerine ise teyzeleri bakıyor. Bazen teyzesine, bazen doğup büyüdüğü toprakların özlemi daha ağır bastığı için köyde yaşayan amcasına gidiyor tatillerde.
Kısacık ömürlerine neleri sığdırdıklarını öğrenmek için uzaklara gitmek gerekiyor. Okyanus boyunca Calang’a doğru ilerlerken anlatıyor anne babasından çok babaannesine yakın olduğunu. Onu da anne ve babasıyla aynı günde, 26 Aralık 2004’te kaybediyor.
Depremle uyanıyorlar güne. Babası kahvaltıdan sonra
tehlike geçti diyerek denize açılıyor. Kısa süre sonra bir uğultu duyup dışarı çıktıklarında dalgaların geldiğini anlıyorlar. Annesi ve babaannesi hızla dağa doğru yolluyor çocukları. “Koşarken bir ara dönüp onlar geliyor mu diye baktığımda babaannemin kapıdan bizi izlediğini gördüm.” diyor kısaca. Aynı anda dalgalardan kaçamadığını da fark ediyor. Kapıldığı su onu bir ağaca ulaşana dek yükseltip sürüklüyor. Nihayet ağacın gövdesine tutunmayı başararak kurtuluyor sulardan. Ertesi gün okyanustan gelen bir gemi onu ve kardeşlerini bulundukları dağdan alıyor. Ne evi kalıyor geriye ne ailesi. Şimdi soranlara Açe dilinde söylüyor evinin olmadığı: “Vildan hana rumah!”
Yönünüzü nereye çevirseniz gözünüz bir yetime takılıyor. Önce yetimleri fark ediyorsunuz burada. Bu kadar kimsesiz çocuk görünce şaşırmadan edemiyor insan. Hep anne babalar ölmüş sanki. Sular çocuklara dokunmamış... Amcasının evine gidiyoruz birlikte Kurban
Bayramı’nda. Yabancılığı, rahatsızlığı her hâlinden belli. Kapının girişine ilişiveriyor. Konuşması, bakışları ürkek.
Yağmurlar altında ulaştığımız ahşap evden beş dakika sonra hep birlikte ayrılıyoruz. Arabaya doğru koşarken geri dönüp bakmıyor bu sefer. Yüzünde aynı neşe, sesinde aynı coşku. Yine o ses kulaklarımda: “Bu gösterdikleri gerçek yüzleri olamaz!”
Karmakarışık bir yer Açe, anlamak kolay değil. Dans müzikleri bile hüzünlü geliyor kulağınıza, ilahiler bile hareketli.
Çocuklar da öyle. Bir yandan kabına sığmayacak kadar coşkulu, öte yandan kanadı kırık kuşlar gibi mahzun ve ürkek. Siti Ainal on üç yaşında. Her oyun grubunun, her haylazlık çetesinin içinde. Onun annesi hayatta. Buradaki masraflarını karşılayan Türkiye’deki
sponsor ailesine yazdığı mektuptan öğreniyorum tsunamiden ona kocaman bir yara izi kaldığını.
Dalgalarda sürüklenirken bir odun saplanmış bacağına. Kurtarıldıktan sonra acil müdahale yapılmış ama yara izi duruyormuş hâlâ. Çok utandığını, kimseye gösteremediğini anlatıyor mektubunda. İntan Masyitah bütün ailesini ve iki ön dişini kaybetmiş.
Ramazan Bayramı’nda ziyarete gittiği amcasının bayram hediyesi iki takma dişi var şimdi.
RAHMET DE İMTİHAN DA SUYLA
Tsunaminin ilk günlerinde açılmaya başlamış yetimhaneler. Rakamın büyüklüğüyle birlikte sayıları artmış. Darfiyanti tsunami’de evi terk ettikten sonra bir yetimhaneye yerleştirilmiş ve ilk kez beş ay sonra dönmüş geriye. Bu kez bizimle düşüyor yola. Okyanusa dökülen bir nehrin ağzında, cenneti tahayyül etmeyi zorlaştıracak güzellikte köyü. Ablasının evine gidiyoruz birlikte. Yanti önde, elinde sırt çantası. Herkesten daha çekingen görünüyor. Kapıda abla ve eniştesini görünce bir an duruyor. Kısacık bir bakışma geçiyor aralarında. Hiç konuşmadan geçiyor içeri. En yakın akrabası ablası. Tatillerde, bayramlarda onunla kalıyor. Ama mümkün olduğunca geç gidiyor her seferinde. Bayramdan bir gün önce, tatilin son haftasında ayrılıyor yetimhaneden. Çekingenliğinin sebebini; “İlk gördüklerinde seviniyorlar ama ertesi gün her şey değişiyor.” diye açıklıyor sorduğumda.
Darfiyanti Lamnulu. On altı yaşında. Yağmurun da bize yoldaşlık ettiği Lamnu yolunda ilerlerken konuşuyoruz. Dört kardeşin üçüncüsü. Anne, baba, babaanne hep birlikte yaşıyorlarmış bir köy evinde. Babası
çiftçi. 2004 aralığında o on iki yaşındayken meydana gelmiş tsunami. O da
depremi hatırlıyor ilkin. Babası kahvaltıdan sonra neler olduğunu görmek için mescide gitmiş. Kısa bir süre sonra da tsunami başlamış. Okyanusun bulunduğu yönü parmağıyla göstererek devam ediyor. “Önce dalgaların sesi geldi. Ama dalga sesinden çok büyük bir uğultu gibiydi. Korkunçtu...” Hep birlikte terk ediyorlar evi. Dalgalarla boğuşurken ağabeyini, kardeşini ve ablasını görüyor ama anne ve babaannesini hatırlamıyor. Kız kardeşi onun elinden tutuyor dağa doğru koşarken. Sulara kapıldıktan bir süre sonra gücü tükeniyor. Eli elinden kurtuluyor... “Really hard abla!” diyor sadece. Gerçekten zor... Kendini suçluyor onun ölümünden. Daha fazla konuşmaya yanaşmıyor. Hangi kelimeler yüklenebilir bu acıyı...
GEÇMİŞ SADECE HAFIZALARDA...
Teker
teker ziyaret ediyoruz evleri. Çoğu eski yerine yeniden inşa edilmiş. Tabiat hâlâ çok güzel, deniz uçsuz bucaksız bir ufuk çiziyor ileride. Hiçbiri okyanus kıyısına inmek istemiyor. Uzaktan gösteriyorlar bulunduğu yönü. Nurhilma hariç. Çocukluğunun geçtiği mekânları böyle ayrıntılı dolaşmayalı dört yıl olmuş. Ailesiyle sık sık gittikleri sahili göstermek için can atıyor. Fakat yolu bulmakta zorlanıyor. Onların sahile inmek için kullandıkları alanda şimdi ABD’li bir sivil toplum kuruluşunun kompleksi var.
Bahçedeki yabancı aracı görüp meraklanan bir Amerikalı
tarif ediyor kıyıya nasıl ineceğimizi. Gruptan ayrılıp bir kayanın arkasına oturuyor bir süre. Hayatta kalan köylülerinin anlattığına göre dalgalar ailesini üç–dört dakika mesafedeki evlerinden alıp buraya sürüklemiş. Geçmişini okyanus da hatırlıyor gibi anlatıyor. Öğle yemeklerini burada yer, kardeşiyle denize girerlermiş. Kıyıdaki mor çiçeklerden toplarlarmış anneleri için...
İstanbul Dormitory’nin kıdemlilerinden o da. İkinci kattaki odasında bir mini market işletiyor. Şehirden aldığı gofret ve çikolataları en yakın bakkalla aynı fiyata satıyor. Bir gofretten 100 rupi kazanıyor. 1 dolar kâr etmek için 120 çikolata satması gerekiyor. Arkadaşlarının söylediğine göre bu parayı huzur evinde kalan teyzesinin ihtiyaçlarını karşılamak için kullanıyormuş.
Nurhilma yirmi bir yaşında. İnşaat mühendisliği üçüncü
sınıf öğrencisi. Calanglı. Birlikte yaşadığımız beş ay boyunca tek kelime etmiyor kendi hakkında. “Böyle güçlüyüm.” diyor ve ekliyor: “Yeni bir hayatım var. Geçmişimi bir kutuya koydum, kilitleyip kaldırdım. Onu hatırlamaya başlarsam bir daha ayağa kalkacak gücü bulamam.” Aylar boyunca kendine sakladığı hikâyesini Melaboh’da bir ikindi namazı için mola verdiğimiz Agung Camii’nde anlatmaya başlıyor. Ortaokul ikinci sınıfa kadar köyünde okula devam etmiş. On üç yaşında, amcasının da yönlendirmesiyle şehirde eğitim alması için 50 kilometre mesafedeki Melaboh’ya göndermiş ailesi. En son 2004 yılı Kasım ayında, ramazanda gitmiş evine.
Gözyaşlarına mâni olamıyor konuşurken. Sular şehre doğru yürürken yalınayak camiye koşarak kurtuluyor. İlk iki gecesini toprağa verilmeden önce buraya toplanan cenazelerle geçiriyor. Sonraki dört ayını tek başına bir tente altında. Melaboh–Calang yolu ancak dört ay sonra açılıyor. Mart ayı sonunda onu aramaya gelen dayısından öğreniyor annesinin, babasının ve kız kardeşinin hayatta olmadığını.
Memleketinde
yaşlı bir teyzesi var sadece. Bir yardım kuruluşunun inşa ettiği iki odalı evde yalnız yaşıyor. İçeride plastik bir örtü dışında
eşya yok. Ev sahibinin bayram ziyareti için yedi saatlik mesafeden gelen misafirlerine ikram edebileceği tek şey su... Nurhilma’nın çocukluğundan geriye birkaç insan dışında bir şey kalmamış. Koca köyden on beş kişi kurtulmuş. Karşı komşuları bir yaşlı teyze, yürüyemiyor. Bütün akrabalarını tsunamide kaybetmiş, yalnız yaşıyor. Teyzenin hikâyesini anlatırken bir kez daha akmaya başlıyor gözyaşları...
Birbirleriyle olmak en iyi ilaç onlar için. Kimin neye ne kadar tahammülü olduğunu iyi biliyorlar. Nurhilma’nın gözyaşları Vildan’ın şakaları arasında kaybolup gidiyor. Yanlarında Yuliati oturuyor. Onun köyü hâlâ sular altında. Diğerleri gibi onun anne babasının da mezarı yok.
Bu malumatla ters düşüyor gibi görünse de İstanbul Dormitory’ye herkesi içine alıveren bir mutluluk hâli hâkim. Kalabalık bir aile yaşıyor bu bahçede. Otuzlu yaşlarının başında bir anne baba, onların iki küçük kızıyla birlikte 102 kızkardeş. Her hareket bir olay demek. Kendi hukuku, yazılı kuralları var Dormitory’nin. En önemli vukuat terliklerin kaybolması. Mescidin, yemekhanenin, yurt binalarının önündeki terlikler sürekli hareket hâlinde ama sahipleri sağlamıyor bu hareketliliği. Kim ne bulursa geçiriyor ayağına. Kendi terliğini giymek isteyenler çaresiz kalakalıyor yerinde. Yakın zamana kadar böyleydi diye değiştirmek gerekiyor bu ifadeleri. Zira yürürlüğe giren ağır
para cezası eski alışkanlığı unutturacak caydırıcılıkta. Başkasının terliğini giyen kişi sahibine 50 bin Rupi ödemek zorunda. Bu para burada kalan bir
ortaokul öğrencisinin haftalık harçlığına tekabül ediyor. Kimse ilk ceza alan olmak istemeyince mesele
hakem usulüyle çözülüyor şimdilik.
En çok sevdikleri film iki yetim kardeşin maceralarını konu alan
animasyon; Upin ve İpin. Yirmi iki yaşındaki Junidar’la dokuzundaki Melisa Hanum birlikte aynı keyifle izleyebiliyor iki haşarı kardeşin yaramazlıklarını. Bu arada ailenin en
genç üyesinin adı Melisa Hanum ama ona bu isimle hitap ettiğinizde dönüp bakmama ihtimali yüksek. Endonezya’daki hemen herkes gibi onun da bir gerçek bir de kısaltma ismi var: İça. Bu bahçede herkesin sorumluluğu eşit. Ama bu kural, yurt binasını temizleme sırası onlara geldiğinde oda arkadaşlarının İça’nın oyun oynamasına göz yummasına ya da
çamaşır yıkamaya başladığında birilerinin ona yardım etmesine mâni değil elbette.
Sabahları tam bir seferberlik hâli yaşanıyor. Her gün çocuklarını okula gönderen aileler tahmin edeceklerdir yüz öğrencinin aynı anda hazırlanmasının ve yolcu edilmesinin nasıl bir manzara ortaya çıkardığını. Sabah namazından sonra bayram yerine dönen bahçe saat yedide servislerin ayrılmasıyla kimsesizliğe terk ediliyor. Kapıları çekilmiş odalar,
akşamları coşkuyla çınlayan koridorlar boş kalıyor. Yatakların üzerinde
oyuncak ayılar, bebekler, dolapların üzerinde en çok özlenen arkadaş ya da yakınların fotoğrafları. Duvarlarda şiirler,
şarkı sözleri, posterler, motivasyon yazıları.
Üniversiteye hazırlanan Yüsnidar’ın yatağının üç tarafında ‘Başarabilirsin doktor’ yazan notlar asılı. Hedefi tıp fakültesine girmek. Pipit lise üçte. Günlüğü, okul defterleri, odasının duvarları çizimleriyle dolu.
Moda tasarımcısı olmak istiyor. En büyük hayali yurtdışında eğitim almak.
Dina bilgisayar mühendisi olmak istiyor. Şimdiden
Japon kültürüne, diline dair pek çok şey biliyor. Kendini
Japonya’ya gitmeye hazırlıyor. Suwaybe’nin hayali
Mısır’da,
Ezher Üniversitesi’nde öğrenci olmak. Türkiye’den sağlanan destekle hayallerine en yakın Açeli yetimler onlar. Kendileri de bunun farkında. Mektup yazıyorlar sponsor ailelerine. Hepsinin giriş cümlesi aynı: Türkiye’deki aileme. Soruyorlar mektuplarında; ben sizi çok özlüyorum, siz de beni özlüyor musunuz? Hesti on bir yaşında. Melaboh’lu. Babasını kaybetmiş, annesi köyde yaşıyor. Son mektubuna kaybettiği babasına hitaben yazdığı bir şiirini de eklemiş. İki amatör tercümeden sonra bile hâlâ sıcaklığını koruyan hisleri başka söze mahal bırakmıyor...
Babacığım; uzaklara gittiğinden beri / çok kederliydim / kimse senin gibi olamaz sanıyordum.
Şimdi çok mutluyum... / çünkü senin gibi hissedebileceğim biri var / babam gibi...
Benden çok uzakta ama / onu çok yakınımda hissediyorum / o, şimdiye kadar bütün okul masraflarımı karşıladı...
AKSİYON