İşte Ahmet Kurucan'ın ilgili köşe yazısı;
Hakkı söylemek tarih boyunca hep zor oldu!
“Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner... Gam ü şâdi-i felek böyle gelir, böyle gider!” Enderunlu Vasıf
Hekimoğlu Ağabey’in “Fethullah Gülen Hocam” başlıklı o candan, o içten yazısını okudum. Her cümlesine, her kelimesine, her hecesine, her harfine gözyaşı akıttığına inancım tam. Samimiyet, insanın kalbinden vurur Hocam. O yazıda yer alan her harfin mazmununda gizli olan samimiyet, adeta ok oldu ve geldi beni kalbimden vurdu. Delik deşik etti gönlümü. Ardından 50 yıllık arkadaşınız Suat Yıldırım Hoca’mızın “Fethullah Gülen veya bir fazilet mücadelesi” yazısı geldi. O da aynı perspektiften meseleye bakıp sizin hayat mücadelenizi özün özü diye niteleyebileceğim bir tarzda kendine has üslupla özetledi. Yüreğimize su serpti. İnancımızı tazeledi.
Şu içinden geçtiğimiz, tam geçtik derken yeniden girdiğimiz süreçte ben de böylesi yazılar kaleme alıp sonunda “Siz üzülmeyin Hocam” demeyi ne kadar arzu ettim. Ama yaşım, talebeliğim, ilim ve irfan mektebinizde öğrendiklerim, Hekimoğlu Ağabey ya da Suat Yıldırım Hocam üslubunda bir yazı kaleme almama mani oldu. Onun için bekledim. Şafakta gördüğümüz her ışık emaresine güneş diye sarıldım. “Dalları sallayan rüzgâr misali geçer gider” teşbihleri ile avundum. Ama bitmedi ve bitmiyor Hocam ve ben daha fazla dayanamayacağım.
Teselli ve tesliye değil hâşâ! Sadece insaniyet namına “Siz üzülmeyin Hocam” diyeceğim.
Sizin kavl-i faslınıza itibar etmeyen ve yine sizin ifadenizle “kara ruhlu, kara düşünceli, kara kalemli, kara mürekkepli, kara kalpli, karanlık yaşayan insanların karalamaları” devam ediyor Hocam. Yarın ne denecek bilmiyorum ama dün yolsuzluk dosyaları ile alakalı hukuki işlemlerden dolayı ne yüz kızartıcı ithamlarda bulunuldu, iftiralar atıldı ve nice hak-hukuk adına hakkı-hukuku hiçe sayan haksız ve hukuksuz uygulamalar işleme konuldu. Yüzlerce resmi görevli, şefkat beklediği eller vesilesiyle yerlerinden yurtlarından edildi. Ve siz örneği görülmemiş bu umumi kıyıma karşı hayatınızda ilk defa ellerinizi bedduaya açtınız. Ama öyle bir beddua ki iki taraflı. “Kim haksız ise...” bu duanın kilit cümlesi. His deryalarında kendinden geçtiğiniz anda bile aklın, mantığın bütün fakülteleri ile çalıştığının göstergesi. Evvelki gün de ne dediğini kesinlikle bilmeyen birisi çıktı, ahlâka değil ahlâksızlığa bile seviye kaybettirecek şeyleri ağzına doladı. Siz de “şahsî haklarımı helal ediyorum, dili sürçmüştür” dediniz her zamanki âlicenaplığınız içinde.
Önceki gün de “örgüt” demişlerdi, üstü kapalı dahi olsa terörle ilişkilendirecek şekilde. Yolsuzluk operasyonundan sonra daha yüksek sesle seslendiriyorlar bu ifritten düşünceleri. Öyle anlaşılıyor ki demeye de devam edecekler. Hâlbuki siz ilk defa örgüt dediklerinde bizatihi çıkmış ve kendinize yakışan üsluba uygun bir dille cevap vermiştiniz. Nedir o kasıt bilmiyorum ama “bir kasda iktiran” ile bilerek söylüyorlar dediniz. “Bunca hayırlı hizmetlere imza atmış insanlara bugün örgüt derseniz; yarın dine ve insanlığa hizmetle ömürleri geçmiş nice cemaatlere örgüt demek zorunda kalırsınız” diye uyarılar gönderdiniz. Bilmem ki anlaşıldı mı?
Anlaşılma bir kenara, bir mümin bunu nasıl der, ben daha oradayım Hocam. Aşamadım bu eşiği. “Onun sağında ve solunda oturmuş iki melek her şeyi kaydetmektedir. Ağzından ne söz çıkacak olsa, yanında onu gözetleyen ve kaydeden biri vardır.” (Kaf/17-18) ayetine inanan bir insan, Allah’ın rızasından başka amaçları olmayan ve hizmet deyip dünyanın sağına-soluna koşan insanlara nasıl “örgüt” der, hâlâ anlamadım. “Vah bize, bu Kitab’a da ne oluyor, ne küçük ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her yaptığımız şeyi sayıp döküyor!” (Kehf, 49) ayetinin gerçekleşeceği gün geldiğinde nice olur halimiz diye hiç mi düşünmez bu insanlar?
Takılıp kaldığım ikinci nokta, sizin bu sözden ne kadar dilgîr olduğunuz, kalbinizin nasıl lime lime olduğunu tahayyül etmem; tahayyülün ötesinde yüzünüzün çizgilerinde, sesinizin tonunda bunu müşahede etmem. Bize bu ve benzeri durumlarda teoride ve pratikte nasıl düşünülmesi ve nasıl davranılması gerektiğini siz öğrettiniz ve hâlâ öğretiyorsunuz. Bununla beraber ben bana düşeni yapmak istiyor ve bir kere daha “Siz üzülmeyin Hocam” diyorum.
Gördüğünüz gibi bir kere daha dedim Hocam. Zira ben bana yakışan bu edepsizliği, haddimi aşmışlığı bir kere daha yapmıştım. Yıllar önceydi; 28 Şubat rüzgârının çok sert ve soğuk estiği zamanlardı. Bir akşam ana haber bülteninde “düğmeye bastılar”. Ertesi gün “idamına…” manasına gelen yargısız infaz manşetleri ile “Sabah”a uyandılar. İşte o gecenin gündüzünde annemi Rahmet-i Rahman’a göndermiş ve geçici misafirhanesi olan kabrine koymuştuk. Akşam evde taziyeye gelenlerle birlikteyken siz babama ve bana “taziye telefonu” açmıştınız. Hedef tahtasına konulduğunuz, hakkınızda kurulan idam sehpalarına gıyaben çıkarıldığınız böylesi bir günde bile siz diğerkamlığınızı, fedakârlığınızı, Müslümanlığınızı ve en genel manada insanlığınızı gösteriyordunuz. Can evimden vuruldum o gün. Hâlâ devam ediyor o gönül vurgunum benim. Annemin acısını unutmuş, bir başka mihnete gark olmuştum ve gitmiş bir esnafın dükkânında gazetedeki köşemde yayınlanmak üzere yazımı yazmış ve size “Siz üzülmeyin” demiştim. Şimdi de aynı şeyi söylüyor ve “Siz üzülmeyin Hocam” diyorum.
Önceki gün dediniz: “Kritik bir dönemden geçiyoruz.” 30 yıla yaklaşan beraberliğimizde yüzlerce defa duydum bu sözü sizin ağzınızdan. Onun için içimden geçirdim; kritik dönemden geçmediğimiz zaman mı var? Ben bunu içimden geçirirken siz aynı cümleyi söylediniz; “Gerçi kritik dönemden geçmediğimiz zaman hiç olmadı. Ama…” İşte bu ama bağlacından sonra söylediğiniz şey, çok can yakıcı Hocam; “bu dönemde beklenmezdi”. Zaten iki gün önce de Herkul Nağme’de yayınlanan bir sohbetinizde “Keşke muhataplarım mümin olmasaydı.” diyerek söylediniz aynı düşüncenizi. İçim yanıyor Hocam. Annesiz büyüyen yetim kız diyordu ya hani Türkçe Olimpiyatları’nda yıllar önce “Sol yanım acıyor anne” diye. Aynen onun gibi diyorum: “Sol yanım, işte tam da şurası, kalbimin üstü acıyor; hem de çok acıyor Hocam.”
Herkes anladı umarım; dershanelerin kapanmasından bahsetmiyorum. Aksine onunla gün yüzüne çıkan, yolsuzluk iddialarının açığa çıkması ve hakkı hukuku hiçe sayan tayinlerle, kızağa almalarla hız kazanan “bitirme” sürecinde sizin hedef tahtasına konulmanızdan bahsediyorum. İnsafsız eleştiri oklarının, iz’ansız tenkitlerin, düşünceye vize ettirilmeden söylenen sözlerin, yazılan yazıların, TV programlarında, dost meclislerinde Kur’an ve sünnet mizanıyla tartılmayan çirkin ifadelerin, her biri zehirli bir mızrak gibi kalbinize saplanan yalan-yanlış beyanların zatınıza yönelmesinden bahsediyorum ve o sözleri burada tekrar etmeye ne ahlakım, ne edebim ne de insanlığım müsaade ediyor.
Böyle gelmiş, böyle gitmemeli diyorum ama böyle gelmiş ve böyle gidiyor be Hocam. Dün İmam-ı Âzam’lara, Ahmed bin Hanbel’lere, İmam Serahsi’lere ve daha nicelerine yapmışlar aynı şeyleri. Tam bir mezalim. Dinle, imanla, ahlakla, akıl ve mantıkla izahı yapılamaz nice zulümleri reva görmüşler o insanlık semasının güneşlerine, aylarına, yıldızlarına. Kimler mi reva görmüş? Siz benden daha iyi bilirsiniz ama söyleyeyim; dostları. Aynı dine inanan, aynı kıbleye yönelen, aynı peygamberin arkasında saf bağlayan dostları. Onun için demişler zaten; “düşmanın düşmanlığına eyvallah; dostların düşmanlığı azab” diye.
Hüsn-ü zann beyanı olarak “belki” diyeyim; belki anlamamışlardı da onun için işlemişlerdi bütün bu cinayetleri ya da cinayetten aşağı kalmayan işkenceleri o dostlar. Belki de o devâsâ kametlerin etraflarında oluşan geniş halk kitlelerini potansiyel tehlike olarak görmüşlerdi. Belki de kendi ikballerini engelleyecekler, kazanımlarını kaybedecekler diye vehmetmiş ve tehdit olarak algılamışlardı onları. Onun için önce biat, ardından kayıtsız şartsız itaat istediler. Hayır diye diretenleri de susturmaya durdular. Akıllarınca onları sustururlarsa kendileri rahat edeceklerdi. Sonuç? Sonuç meydanda Hocam.
Kazananlar hep “marifet ufku, muhabbet ruhu, aşk u şevk buudu ve ruhani haz televvünleri ile dopdolu imana” sahip olanlar; “havf, reca ve muhabbet soluğu” ile nefes alıp verenler; “iman-İslam ve ihsanı yol ve yörünge, Allah rızasını yegâne hedef, Hakk’ı halka sevdirmeyi tek vazife” kabul edenler oldu. Dün böyleydi, bugün böyle, yarın da böyle olacak Hocam.
Siz üzülmeyin Hocam; üzülmeyin ve “sır yamaçlarında, hafi tepelerinde, ahfa zirvelerindeki yolculuğunuza devam edin”. Saksağan sesleri, tarihin hiçbir döneminde bülbül nağmelerini bastıramamıştır. Dünyaya dünya, ahirete ahiret kadar değer veren yaşatma ufkunun insanlarını doğru bildiği yoldan çevirememiştir. Bütün bu densizlikleri reva görenler yarın huzurunuza gelip “yanlış yapmışız” deseler ve helallik dileseler eminim ki siz umumun hakkını değil ama şahsi hakkınızı helal edersiniz. Haddimi aşmışlık içinde zat-ı âlinize beni böylesi hitaba sürükleyen işte bu tasavvurları aşkın şefkat ve merhametiniz oldu. Hata ettiysem af ola!
Siz üzülmeyin Hocam. Allah her şeyi görüyor ve biliyor. Allah böylesi ifritten günleri bir daha yaşatmasın ve bu muhtevada bir yazı yazdırmasın. Amin…