Sanatçı kimliğiyle tartışılmaz, davranışlarıyla ise ‘tartışmalı’ bir isimdi
Ahmet Kaya… 11
Şubat 1999’da
ödülünü almak üzere katıldığı Magazin
Gazetecileri Derneği’nin gecesinde, sahneye çıkıp “
Kürtçe
şarkı okuyacağını ve ezilen bir
halkın sözcülüğünü yapacağını” söyledikten sonra, zamanın çarkı onun için tersine döndü. O an, Ahmet Kaya ve eşinin üzerine fırlatılan çatal, bıçakların şakırtısına karışan yuh sesleri,
Serdar Ortaç’ın kendi şarkısından oracıkta uyarladığı “Bu devirde kimse
sultan değil, hükümdar değil,
padişah değil /
Atatürk yolunda tüm
Türkiye; bu vatan bizim, ellerin değil” sözleri tam da Aristo’nun ‘katarsis’ yani ‘boşalma’ kavramına denk düşüyordu.
O geceden sonra, hayatı boyunca ‘sakıncalı sözler’ söyleyen, kendine has öfkesiyle çaldığı
bağlama ile ‘protest
müzik’ denilen bir akımın temsilcisi olan Ahmet Kaya için yeni bir sayfa açılıyor; ‘istenmeyen adam’ 99 Haziran’ında bir daha geri dönemeyeceği
Fransa yolculuğuna çıkıyordu.
Arkasında
PKK fotoğrafıyla
yurtdışında konserler verdiği ve Türkiye’yi kötüleyerek bölücülük yaptığı haberleri ‘Vay Şerefsiz’ başlığıyla
manşetlere taşındı. Ona göre bir Kürt realitesinin görmezden gelinmesine bir tepki, karşı tarafa göre ise bölücülüktü yaptığı. 16
Kasım 2000’de dünya üzerindeki mecburî
sürgüne konan
ilahi noktayla bütün bu tartışmaların sesi de kısıldı. Ahmet Kaya’nın son yılları söz konusu olduğunda en çok sorulan soru hâlâ şu: Neden? Biz de ölümü üzerinden 7 yıl geçmesine rağmen hâlâ zihinleri kurcalayan bazı soruları eşine yönelttik. Kendisini ‘sosyalist’ olarak nitelendiren
Gülten Kaya, bugün bile (Tatar
Ramazan filminin müzikleri-TRT) sansürlenen eşine dair ‘neden’lerin
cevaplarını
Aksiyon’la paylaştı…
-Ahmet Kaya’sız geçen yedi yılı nasıl özetlersiniz?
Elbette hayatımın içi boşalmış oldu. Ama geriye kalan her şeyi derleyip toparladık, onu sevenlerle paylaştık. Ahmet Kaya kesintiye uğramadı o anlamda. Bu kadar geniş yığınlara ulaşmanın yanı sıra bu kadar büyük haksızlığa uğramış bir insan olması nedeniyle o süreci devam ettirmek gerekiyordu. Hayatımdaki boşluğu böyle doldurabildim.
-Onunla yaşamanın yolunu açtınız…
Başından beri şunu biliyordum:
Tarih, bu haksızlığa doğru bir sayfa açacak. Ben sadece buna aracılık ediyorum. Ahmet Kaya üzerinden sürdürülen tüm o manipülasyonlara karşı… Bu ülkede bazı şeyler çok geç gerçekleşiyor. Bunun biraz
erken başlatılması (
Kürtçe tartışması) bir avantaj olarak görülebilir. Ahmet Kaya adına değil, Türkiye adına...
-Eşiniz yaşıyor olsaydı, medyadaki saflar yine bu kadar karşıt olur muydu?
Moda deyimle ‘bir kısım medya’nın rolü değişmezdi açıkçası. Değişmeyecek de… Onların varlığı, hayatı yönlendirmek üzerine kurulu. Onlar daimi olarak saldırı mevzisinde kalırlardı. Şu anda da durum değişmiş değil. Orada söz sahibi olanlar, bunu başkalarına da yapmıyorlar mı? Onları ürküten zaten Ahmet Kaya’nın ulaştığı güç. O güç çok önemli.
-Nasıl bir güç bu?
O bir duygu buluşması. Düşünce buluşmaları dağılabilir; ama duygu buluşmaları çok kalıcıdır. Onların
gazetelerinin okuyucusundan fazla Ahmet Kaya’nın dinleyicisi var. Onların gazeteleri 500 bin satar, Ahmet Kaya’nın albümü 2 milyon satar. O nedenle Ahmet Kaya’nın gücü, onların gücünden çok daha büyük ve çok daha kalıcı.
AHMET KAYA ÖRGÜTSÜZDÜ
-Ahmet Kaya’yı neden kendi varlıklarını tehdit eden bir unsur olarak algıladılar?
Çünkü varlıkları, haksız bir temele oturuyor. Sanat çok önemli bir güçtür ve doğru icra edilirse siyaseti, medyayı sarsabilir. Ama Türkiye’de medya marifetiyle sanatı o kadar pespaye hâle getirdik ki! U2’nun solisti Bono,
Bush’la bir araya gelip ondan 3. Dünya Ülkeleri’nin borçlarını silmesini talep ediyor.
Afrika’daki aç insanlar için verdiği konserde 1 milyon insana hitap edip, iktidarın koltuğunu sallayabiliyor. Türkiye’de şöyle saçma bir algı var: Sanat ve
sanatçı, siyasetle ilgili olmamalıdır. Dünyada böyle bir şey yok. Sanatın söyleyecek sözü vardır.
-Belki de halk, o ideolojik vurguyu sanatçının yapmasını istemiyor?
İdeoloji başka bir şey ama. Bu kelime durumu çok açıklamıyor. Toplumcu, gerçekçi sanatçılar, hayata hiç de ideolojik bakmak,
örgütlü olmak zorunda değiller. Ama bir toplumsal duruşları olmak zorunda. Kötü giden her şeye muhalefet etmek zorundalar. Ahmet Kaya da ideolojik bakmazdı. Nitekim hiç örgütlü olmadı.
-Neden sürekli örgüt bağlantısı ile konumlandırıldı?
Çünkü toplumcu bir söylemi var. Bir
muhalif, o. Onların algısı o kadar
küçük ki, dünyayı da okuyamadıklarından, bir insan muhalifse, mutlaka bir örgüt onu yönlendiriyor diyorlar. Çünkü oradan daha kolay saldırabileceklerini düşünüyorlar.
BU ÜLKEDE ‘5N+1K’NIN ANLAMI YOK
-Fransa’da yalnız geçen günlerinde olayları dışarıdan gözleme imkânı buldu. Kör noktaları da fark edebilmek adına düşüncelerinde bir farklılık gözlemlediniz mi?
Onun bakışında bir değişiklik olmadı; çünkü medyanın merkezî bir yönlendirme içinde olduğunu biliyordu. Buna rağmen, birilerinin çıkıp cesaret göstermemesi şaşırtmıştı onu. “Hiç mi cesur insan yok?” demişti. Bir
linç gerçekleşiyor herkesin önünde. Kimse bunu sorgulamıyor. Gazetecilikteki 5N+1K ilkesi geçerli değil Ahmet Kaya örneğinde.
İflas ediyor orada.
-Sahiden bu kadar yalnız mıydı Ahmet Kaya?
Çok yalnızdı. O demokrat duruş bu ülkeye fazla geliyor. O duruşa sahip çok fazla insan göremezsiniz. Ama bu duruşa bu ülkenin çok ihtiyacı var.
-Yaşananları önceden görebilseydi, Magazin Gazetecileri Derneği’nin gecesinde linç edileceğini bilerek, aynı söylemde bulunur muydu?
Bulunurdu.
-Sizce erken bir zamanlama mıydı?
O zaman size gerek kalmaz ki! Anlamsız olursunuz. Gözünüzün önünde bir haksızlık var; müdahale etmiyorsunuz. Kürt halkına, Kürt kültürüne yapılan bir haksızlık vardı, hâlâ da var. Ahmet Kaya da bunu gördü ve “Bu halkın kültürünü ve varlığını kabul etmek zorundasınız.” dedi. O halka moral olması bakımından da, kendi dillerinden şarkı söylemek istedi. Diyelim ki, Kürtçe, Türkçeden sonra gelen dil oldu bu ülkede. Bu saatten sonra bunu dillendirmenin ne anlamı olur?
-Ahmet Kaya’da, 90’ların ortalarından sonra ‘Kürt’ vurgusu güçlenirken, ‘Türk’ hayranları da ya bir savunma refleksi içine girdi ya da sokuldu. Yahut da sessiz bir kırılma yaşayarak, ona sevgisinden vazgeçip karşı bir pozisyon aldı…
Bir savunma pozisyonu almış olabilirler. Keşke sokaktaki insan her şeyin farkında olabilse... 12
Eylül’ün yarattığı en önemli sonuçlardan biri de o sindirilmişliktir. Bu ülkenin gençleri kendi ülkelerinin ve dünyanın gidişatının farkında olmaları engellendiği için barlarda, saçma sapan yerlerde ömürlerini tüketiyor. Sokaktaki insanın algısıyla oynadı medya. 99’daki o meşhur geceden sonra Ahmet Kaya’nın dinleyicilerinin önemli bir kısmı geçici de olsa bir ürküntü yaşadılar gerçekten.
-Özellikle Türk dinleyicileri…
Evet, öyle diyebilirsiniz. Ama inanın ki bugün Ahmet Kaya’yı DTP’liler de dinliyor, MHP’liler de, başörtülüler de, laikler de... Ahmet Kaya olmasının esprisi de burada.
Medyanın tefrika hâline getirdiği bütün manipülasyonlara rağmen taşlar yerine oturmaya başladı. Ahmet Kaya doğru algılanıyor bana göre. Bir kısım insanlar hâlâ yanlış anlıyorsa medyanın marifetidir.
GAZETECİ, AĞLAYARAK ÖZÜR DİLEDİ
-Ahmet Kaya, Kürt bir baba ile Türk bir annenin çocuğuydu. İki yönlü kimliği içinde Kürtlüğünü öne çıkarmaya başlaması nasıl gerçekleşti?
Bu doğrudan, Türkiye’nin toplumsal dönüşümüyle alakalı. Her birimizin aidiyetinin altından o içi boşaltılan çok kültürlülük çıkar. Dolayısıyla hiçbirimiz “Ben şuymuşum.” diye keşfe çıkmayız. Toplumsal gidişat çok belirleyicidir bu anlamda. Gözünüzün önünde bir halka haksızlık yapılıyor. O, böyle bir keşfetme sürecidir aslında. Orada, Ahmet Kaya’nın çıkışı “Ben bir Kürt olduğum için bu kültüre sahip çıkıyorum.” demek değil. Kendisi Kürt ol
masaydı da bu olurdu.
-Ahmet Kaya’nın söylemi yalnızca bir yöne bakıyor diye eleştiriliyordu ama...
Çünkü haksızlık yapılan, ezilen halk, Kürt halkı. Ahmet Kaya’da şu yok: Ben öyle bir şarkı yapayım ki yalnızca Kürt gençleri dinlesin. Böyle bir şey olur mu? Farklı bir örnek vereyim. Ona,
doğum gününde bir kuş
hediye etmiştim.
Papağan öldüğü gece, Ahmet bir şarkı besteledi. Çok üzüldü. O şarkıyı dinleyen herkes, onun bir sevgiliye yazıldığını sanıyor. Algı ne kadar farklı, görüyor musunuz?
-O dönem için ‘iddia edildi’ yüklemiyle sonlanan gazete cümlelerinden bazıları: “Dağdaki adamın paraya ihtiyacı var; Beni de İmralı’ya, o saygıdeğer şahsın yanına koyun vs...” Bunları sahiden söyledi mi?
Sürgün sırasında
Münih’te bir konser yaptık. Gazeteciler, kaldığımız otele gelmişlerdi. Lobide oturduk, uzun uzun sohbet ettik. Benim sohbet ettiğim gazetecilerden biri, kendi gazetesine bunu manşet hâline getirecek insandı. Bilinen bir gazeteci... Kalktık, konsere gittik. Onlar da geldi. Eşim, konser arasında dedi ki “Birkaç tane şerefsiz yüzünden şu başıma gelenlere bakın. Ülkemden uzakta olmayı hazmedemiyorum.” Ertesi gün, gazetenin 8 sütuna manşeti: “Vay Şerefsiz.” Halbuki böyle bir cümle yok. Başlık altı şu: “Ahmet Kaya, Türk halkına şerefsiz dedi.” Bir şey 8 sütuna manşet olmak için dünyanın gündemine oturmalı. Bu gazete (
Hürriyet), Türkiye’de en çok okunan gazetelerden biri. Gazetenin çıktığı gün, haberi yapan gazeteci
telefon açtı bize. İki gözü iki çeşme. Nasıl ağlıyor... “Ya ben ne yapacağımı şaşırmış durumdayım. Bu, benim yaptığım haber değil. Ne olur inanın.” Masa başında değiştirilmiş haber. Bunun üzerine Ahmet Kaya, “Ben Türk halkına şerefsiz demedim. Ben hiçbir halka şerefsiz demem. Benim yanımda kimse de Türk halkına şerefsiz diyemez.” açıklaması yaptı. Yazmadılar. Ama bunun görüntüleri var.
FOTOĞRAF FOTOMONTAJDI; AMA DAVA AÇMADIK
-Bu görüntüleri paylaştınız mı?
Kiminle paylaşacağım? Bu sözleri yalan yanlış veren gazete bir daha kendini yalanlar mı? O manşetini attı, bitti iş. Tirajını yaptı. Size pislik atmak gibi bir derdi varsa, ağzınızla kuş tutsanız tekzip edemezsiniz o haberi. O zaman da ne kadar tirajınız varsa, o kadar insan sizi öyle biliyor. Böyle oluyor Türkiye’de.
-Bahsettiğiniz o manşet, kırılma noktasıydı. Manşet kadar, sözde Kürdistan fotoğrafı altında şarkı söyleyen Ahmet Kaya görüntüsü de…
O fotoğraf, fotomontajdı. Duruşmaya giriyoruz, ara karar çıkıyor.
Hâkim, “Hürriyet gazetesine yazı yazılmasına, konuyla ilgili ellerindeki delillerin
mahkemeye sunulmasına…” diyor, cevap gelmiyor. Karar aşamasına gelindi. O fotoğraf yok ortada. Mahkeme, “
Polis marifetiyle getirilmesine…” diye karar alıyor. Hürriyet’in avukatlarından yazılı bir açıklama geliyor mahkemeye: “Elimizde başka hiçbir
belge bulunmamaktadır.” Bu arada, bu konserin 1993’te
Berlin’de yapıldığı söyleniyor. O yıl hiç yurtdışına çıkmadık. Bir an biz de kuşkuya düştük, oldu mu böyle bir şey diye.
Hayır, yok. 1994’te Berlin’de
Alevi Esnaflar Birliği’nin yaptığı bir konser var. Ahmet Kaya dışında Türkiye’den pek çok sanatçı da gelmişti o konsere. Oraya bir yazı yazdık: “Yaptığınız konserde böyle bir şey oldu mu?” Resmî yazıyla “Bir federasyon olmakla beraber, hiçbir siyasi örgütle bir ilişkimiz yoktur.
Konserde asla böyle bir şey olmamıştır. Yalnızca,
doğal önderimiz
Seyit Rıza’nın portrelerini astık salona.” açıklamasını yaptılar. Bu yazı hem mahkeme dosyasına kondu, hem basına dağıtıldı. Buna da yer vermediler. Ahmet Kaya
beraat etti. Ama o çamurun izi kaldı.
MERCEDES ÇAMURU DA ÜSTÜMÜZE KALDI
-Tazminat davası açmadınız mı?
Hayır.
-Neden aramadınız hakkınızı?
Haber kaynağını açıklamak zorunda değildir basın. Bir dava açsak ne olacak ki? Mahkemeye “Haberin kaynağını siz bulun.” diyeceklerdi. O günlerde bütün bu ahlaksızlıklarla uğraşacak hâlimiz yoktu. Hangi birine dava açacaktık? Adamlar devamlı bunu yapıyor.
-Darbeden sonra militarist yapıya müzikal anlamda en çarpıcı eleştirileri Ahmet Kaya getirdi. Bunun adına da ‘protest müzik’ dendi. 90’lara geldiğimizde ise bu söylemden uzaklaşan, imajı öne çıkaran, Sinan Çetin’le klip çeken, önemli firmalara kaset yapan bir Ahmet Kaya çıktı karşımıza. Bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz?
Ahmet Kaya’nın şarkı skalasında Türkiye’nin yakın tarihini görürsünüz. 80’li yıllardaki albümlerde, zamanın toplumsal panoramasını görürsünüz. Binlerce insan hapishanededir. 89’da
infaz yasası değişikliği ile insanlar salıveriliyor. 90’lı yıllarda da Türkiye değişti. Böyle olunca sizin bilinciniz de değişiyor.
-Bu değişim ciddi bir tepki aldı. Hatta bunun ironik sembolü de bir Mercedes’ti…
Üç aylık bir turne için
Avrupa’ya gitmiştik. Ahmet,
uçaktan korkardı. Denizaşırı hiçbir konsere gitmemişizdir. Her yere karayoluyla gittiğimiz için sağlam bir
arabaya ihtiyacımız vardı. Ama alacak gücümüz yoktu. Gittiğimiz Avrupa turnesinde dolandırıldık. Adam kayıp, para ödemiyor. Bunun karşılığında adamın
ikinci el Mercedes’ini aldık. Alabileceğimiz tek şeyi… O sırada, kaçak Mercedes operasyonu başlamıştı.
Mali Şube,
yabancı plakalı Mercedes’leri incelemek için aldı. Aylar geçti, ses yok. Mali Şube’den “Aracınız incelendi, gelip alın.” demişler. Ama haber bize gelmemiş. O arada basın inanılmaz şeyler yazıyor: “Solcu, Mercedes’e biniyor; Ahmet Kaya Mercedes kaçakçısı çıktı…” Ben de Mali Şube Müdürü
Salih Güngör’e telefon açtım: “Bizim araba, aylardır incelenmedi mi?” “Aracınız incelendi, aylardır gümrükte bekliyor, neden almıyorsunuz?” dedi. Gidip aldık; ama o haberler canımızı çok sıktı. Arabayı sattık. Şöyle bir algı var: Solcular yoksulluğu savunur. Ya böyle şey olur mu? Keşke paramız olsaydı, özel uçak alsaydık. Türkiye’de bunu en fazla hak eden sanatçıdır Ahmet Kaya. Biz kendimizi sosyalist bir çizgide ifade etmiş insanlarız. Ben hâlâ bir sosyalist olduğumu söylüyorum.
-Ahmet Kaya’nın Fransa’ya gitmesi, planlanmış bir şey miydi yoksa aniden mi karar verdiniz?
Bir turne
sözleşmesi yapmıştık. Ödül gecesi olduğunda o sözleşme imzalanmıştı zaten. DGM’de dava açılınca mahkeme yurt dışına çıkış yasağı koydu. Turne için yaptığımız sözleşmenin cezai tarafları da vardı. Avukatlarımız da bunu mahkemeye sundular ve çıkış yasağı kalktı. Ahmet, turne için gitti, yurtdışına. Gider gitmez, “Kaçtı” haberleri çıktı bu sefer. Yasal vizesiyle, pasaportuyla yurtdışına çıktı. Niye kaçsın? Bu turne esnasında masa başı uydurma haberler yapılıyordu. O haberler çıktıkça, yeni davalar açıldı. Ve tutuklama,
yakalama kararı çıktı. Bu, artık fiili bir sürgüne dönüştü.
-Hapse girmek istemiyordu…
Hayır, tersine. Sürgün yaşamaktansa, burada hapse girmeyi
tercih ediyordu. Ama burada can güvenliği yoktu. Yoksa bir gün bile kalmazdı. Gelmesini biz engelliyorduk. Ben, Türkiye’deydim; o, orada. Ayda üç kere gidiyordum; ayın yarısında buradaydım, yarısında orada… Buraya geldiğimde elim kalbimin üzerinde sürekli. Bir gece ansızın gelebilir Ahmet. O sırada bize inanılmaz tehditler geliyor. Mektuplar, telefonlar…
-Tutuklama sonrası açılan davalardan ceza aldı mı?
O davalardan beraat etti. Bir tanesinden ceza aldı. O da kesinleşmiş bir ceza değil.
Yargıtay aşamasındaydı, muhtemelen de bozulacaktı. O sırada Ahmet’i kaybettik zaten.
HEP ‘TÜRKİYE’YE GİDELİM’ DERDİ
-Sürgünde nasıl bir Ahmet Kaya vardı?
Yapılan haberler, oluşturulan önyargı, ülkenin duyarsızlığı, bu ülkenin sözüm ona aydınlarının, sanatçılarının duyarsızlığı çok ağır geldi ona. Kendisini çok yalnız hissediyordu. Sürgünden önce yurtdışında hafta sonları konserlerimiz olurdu, “Hafta içinde hemen Türkiye’ye gidelim.” derdi. Orada
gönüllü kalamayan bir insan, zorunlu olarak kaldı. 1999’daki
Ağustos depreminde ablasını, yeğenini kaybetti. Gelip, bir taşı kaldıramamak çok ağır geldi ona. Benim büyük ağabeyimle çok yakın dosttular, ben ağabeyimi kaybettim, gelemedi. Melis’in (kızı) ateşi çıkıyor; Ahmet, başucunda olamadığı için deliriyor. Annesini düşünsenize… Bir evladını depremde kaybetmiş, diğer evladı sürgünde, yanında olamıyor. Bilse can güvenliği olacak, gider cezaevinde yazardı şarkısını. Biz medyanın oluşturduğu tehlikeli dalgayı sorun ediyorduk. Sürgün olmak, dünyanın en zor duygusu. Size ait olmayan bir kültür, dil… Tamamen bir bebek durumundasınız.
AHMET KAYA YAŞIYOR MU?
-Ahmet Kaya’nın ölmediğine dair ortalıkta çok fazla söylenti dolaşıyor. Neden sizce?
Burada onu seven milyonlarca insan, o uğurlamaya tanıklık edemediler. Onların aklında şöyle kaldı: “Ahmet Kaya buradan canlı gitti.” 43 yaşında bir insanın ölümü, inandırıcı gelmiyor. Bunun altında kabullenme, yaşatma içgüdüsü de var. Ahmet Kaya hâlâ bir
reyting konusu. Geçen sene bir televizyon kanalında medyumlara bile sordular, yaşıyor mu diye. Ben bile
ekran karşısında donup kaldım. Öyle ki
İtalya’nın Po kasabasında yaşadığını söyleyecek kadar saçmaladılar.
AKSİYON