Ahiret var, hesap var, mizan var, sırat var. Kul hakkı denen, Allah’ın bile -sahibinin rızası olmadan- affetmediği büyük bir vebal var. “Zerre kadar iyiliğin de kötülüğün de önümüze serileceği” o dehşetli gün var. “Bütün sırların ortaya saçılacağı” “ne evladın, ne servetin ne de şöhretin fayda vereceği” mahşer var."
İftiralar, yalanlar, hakaretler havada uçuşuyor. Meydanlarda âlimler yuhlanıyor, medyada her gün yeni bir şarlatan türlü tezviratlarla insanları kandırıyor. Buna destek olan şakşakçılar da var, sessiz kalıp ikrar günahına ortak olanlar da. Ama galiba hepsinin gözden kaçırdığı bir gerçek var. Ahiret var, hesap var, mizan var, sırat var. Kul hakkı denen, Allah’ın bile -sahibinin rızası olmadan- affetmediği büyük bir vebal var. “Zerre kadar iyiliğin de kötülüğün de önümüze serileceği” o dehşetli gün var. “Bütün sırların ortaya saçılacağı” “ne evladın, ne servetin ne de şöhretin fayda vereceği” mahşer var.
Ve hey efendiler! Siz türlü iftiraları, yalanları, hakaretleri sıralayanlar! Bütün bunların o dehşetli günde birer birer önünüze konacağını hiç düşünmez misiniz? Ya siz, bunca hakarete alkış tutanlar, her şey yüzünüze vurulurken siz ne yapacaksınız! Ve ey bunca şenaate sessiz kalıp kendince bir kısım sebeplerle ses çıkarmayan, sükûtu ikrar sayılan dostlar! “Sadece kalbiselimle gelmenin fayda ettiği” o gün için cevabınız hazır mı şimdiden? Ne diyeceksiniz Allâmü’l-guyûb size bütün bunları sorduğu zaman?
Siz manşetlerden, ekranlardan ve meydanlardan “Haşhaşilerden de beter bunlar” diye hakaretler savururken, bugüne kadar eline bir tek çakı bile almamış milyonlarca insanın hakkını yediğinizin farkında değil misiniz? Ahireti hiç mi düşünmüyorsunuz?
“Bunların üç tane hasleti var, takiyye, yalan, iftira” derken, takiyyeyi küfür gören, yalanı bir lafz-ı kâfir olarak kabul eden, iftiradan yılandan kaçar gibi kaçan ve bunu hayatlarıyla isbat eden kaç bin masumun günahını aldığınızın farkında mısınız? Hesap gününden de mi endişe etmiyorsunuz!
“İnlerine gireceğiz bunların” diyorsunuz. Bugüne kadar yüz binlerce vatan evladının imanının kurtulmasına vesile olmuş o ilim irfan yuvalarının, orada hizmet eden binlerce insanın manevi şahsiyetini tahkir ediyorsunuz. Bunca insan yakanıza yapıştığında ne diyeceksiniz, bundan da mı korkmuyorsunuz!
“Vatan haini bunlar” diyorsunuz. Bayrağımızı yüz altmış ülkede dalgalandıran, değerlerimizi güneşin doğup battığı her yere fedakârca taşıyan, bir kısmı şehit düşüp o topraklara adeta cesediyle imza atan gönül kahramanlarına en çirkin yakıştırmaları yapıyorsunuz. Vicdanınız sızlamıyor diyelim, ahireti de mi düşünmüyorsunuz!
“Kasetleri bunlar sürüyor piyasaya, mahreminizi kaydediyorlar” diyorsunuz. Başkasının ayıbını ortaya dökmeyi, günahını deşifre etmeyi, insanların hatalarını yüzlerine vurmayı edepsizlik sayan, nezaket abidesi insanlara elinizde bir tek delil olmadan, sürekli iftira atıyorsunuz. İnsafınızı yitirmişsiniz, bu belli; peki ahireti de mi düşünmüyorsunuz!
“Kurban paralarınızı, zekâtlarınızı alıyorlar, yiyorlar” diyorsunuz. Hizmet’in parasıyla şahsi parası birbirine değmesin diye kılı kırk yararcasına hassasiyet gösteren iffet abidelerine karşı en hayâsız ifadeleri kullanıyorsunuz. Size kimse, “bu adamlar bu paraları yeseydi bunca müessese neyle kurulur ve devam ederdi, dünyanın dört bir tarafına bu insanlar nasıl giderdi” diye söylemiyor mu? Hadi bunu geçtik hiç kimse size ahireti de hatırlatmıyor mu?
“Dış güçlerin ajanlığını yapıyorlar” diyorsunuz. Elli senedir birilerinin sakız gibi çiğnediği ama bugüne kadar bir tek delil, emare bile ortaya koyamadığı bir iftirayı seslendiriyorsunuz. En büyük sermayesi bağımsızlığı olan bu gönüllüler hareketinin hangi güçlerin ajanı olduğunu açıkça söylemeye ise ne hikmetse çekiniyorsunuz. Ortaya bir tek delil koyamıyorsunuz. Bir gün bu insanlarla yeniden yüz yüze bakacağınızı düşünmüyorsunuz belki ama ahirette mutlaka yüzleşeceksiniz. Hiç mi endişe etmiyorsunuz?
Allah’ın rızasını elde etmekten başka gayesi olmayan milyonlarca insanı “cehennemlik olmak”la itham ediyorsunuz. Bu kararı Allah’tan başka hiç kimsenin veremeyeceğini bilmiyor olamazsınız. Peki, bunu neden yapıyorsunuz; hesap gününün dehşetinden hiç ürpermiyor musunuz?
Hizmet müesseselerini “rant devşirmekle” suçluyorsunuz. Bütün ömrünü bu müesseselerin kurulmasına harcamış başta merhum Hacı Kemal abiye, Yusuf Pekmezci abilere ve daha nicelerine nasıl bir iftira attığınızın farkında değil misiniz? Rûz-i mahşerde bu kutlu insanlarla yüzleştiğinizde ne diyeceksiniz!
“Bunların okullarına, dershanelerine çocuklarınızı göndermeyin” diye sürekli bağırıyorsunuz. O müesseselere gidip imanla, Kur’an’la tanışacakken sizin telkinleriniz yüzünden bu fırsatı kaybeden insanların yarın yakanıza yapışmasından hiç endişe duymuyor musunuz?
Hocaefendi’nin ilmini sorguluyor, “o zaten ilkokul mezunudur” diye alay ediyorsunuz. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hiç okuma yazma bilmediğini unutmuş olamazsınız. Mahşerde Nebiler Sultanı ile karşılaşırsanız ne demeyi düşünüyorsunuz?
Elli senedir kürsülerde vaazlar veren, binlerce kaseti, seksen civarında kitabı yayımlanmış olan bir zata olmadık hezeyanlarla saldırıyorsunuz. Bizzat yetiştirdiği yüzlerce talebesi, hidayetine vesile olduğu milyonlarca insan ortadayken, ilminin enginliğine binlerce şahid-i sâdık varken Hocaefendi gibi bir insana düşmanlığın ahiretteki bedelini hiç hesaba katmıyor musunuz?
Tesbihlerden, ananaslardan imalar üretip Hocaefendi’yi dünyalık peşinde koşan bir insan gibi sunmaya çalışıyor, kitlelerin zihinlerini bulandırıyorsunuz. Ama siz de çok iyi biliyorsunuz ki ne Hocaefendi’nin, ne akrabalarının ne de etrafındaki arkadaşların bir tanesinin bile dünyada bir dikili ağaçları yok. Olsaydı eğer siz bunu şimdiye kadar çarşaf çarşaf manşetlere taşır, yedi düvele duyururdunuz. Ama yapamadınız. Buna rağmen bu iftiraları atarken ahiretinizden hiç endişe etmiyor musunuz?
Yetmiş küsur senelik hayatının her anı göz önünde bir Hak dostuna –hâşâ- “içi boş” diyorsunuz. Altmış senedir bir neslin yetişmesi için gözyaşlarını ceyhun etmiş, ağlamaktan gözlerinin altında torbacıklar oluşmuş bir gönül insanını bugüne kadar görülmemiş seviyesizlikte bir üslupla incitiyorsunuz. Gözlerin dehşetten yerinden fırlayacak gibi açıldığı, yüreklerin ağızlara geldiği o günde, defterinizi sol tarafınızdan almak gibi bir korku taşımıyor musunuz?
Sanki insanların kalblerini yarıp bakmak imtiyazına sahipmişsiniz gibi hayatını duayla örgülemiş, bütün ömrü serapa kulluk olan bir gönül insanına “sahte veli” deme cür’etini gösteriyorsunuz. Sabahlara kadar dua dua yalvardığına, hıçkırıklarının odasının dışına taştığına onlarca şahit varken siz bunu nasıl söyleyebiliyorsunuz? Her biri bulundukları zamanı aydınlatan kandiller mesabesindeki büyük zatların dualarıyla bizleri tanıştıran bu müstesna insana yaptıklarınızdan sonra –eğer karşılaşırsanız- başta sahabe-i güzin efendilerimiz, tabiin, tebe-i tabiin imamlarımız, Abdülkadir-i Geylanî, İmam Rabbanî, Şah-ı Nakşibendî, İbn-i Arabî, Hasan Şazelî, Bediüzzaman gibi dev kametlerin yüzüne nasıl bakacaksınız?
Hocaefendi’nin peygamber sevgisine laf ediyorsunuz. Bütün ömrünü Allah Resûlü’nü insanlara tanıtmaya adamış, Hamza’ları, Halit’leri, Mus’ab’ları, Cafer’leri, Zeyneb’leri, Nesibe’leri bu milletin gönlüne kazımış, sadece Efendimiz’i anlattığı vaazlardan ciltler dolusu kitaplar çıkmış bir Peygamber âşığına nasıl bir iftira attığınızın farkında değil misiniz? Nebiler Serveri’ni her andığında ama her andığında yerinden doğrulan, edebiyle milyonlara örnek olan bu nezaket abidesine yaptığınız hakaretlerin zararının aslında sadece size olduğunu hiç düşünmüyor musunuz? Yarın Allah Resûlü, “Tek gayesi beni insanlığa tanıtmak olan bu talebemden ne istedin?” diye sorduğunda verebileceğiniz bir cevabınız olacak mı?
Sorular böyle uzayıp gidiyor… Bütün bu olanları gördükçe gönüllerimizde “akıbetinden endişe etmeyenin akıbetinden endişe edilir” hakikati yankılanıyor. Bediüzzaman’ın o enfes ifadeleriyle “demek bir mahkeme-i kübrâ var” diyor, ardından “lâ havle” çekip sabır dileniyoruz. Ve bir kere daha soruyoruz “Hakikaten ahireti de mi düşünmüyorsunuz!”