[Yorum - Ahmet Kurucan]
Kırık mızrabını gönül mahbesinin sinesine vuruyordu. Vurduğu her mızrap derinden derine karşılık buluyordu sinelerde. Sanki İslam'ın, sanki insanlığın bütün dertlerini üzerine yüklenmiş gibiydi. Başkalarını bilemem ama en azından benim hissettiğim buydu. Rabb'ime karşı saygısızlık mı ettim bilmiyorum ama o anki hissiyatımı sizlerle paylaşayım. Şöyle dedim içimden: "Yüksek tepelerde kar, bora,
fırtına hiç eksik olmaz mı Ya Rab! Böylesi insanların hiç nefes almaya hakları yok mu?
Bahar hiç uğramayacak mı bunların semtine?"
Ben bu haleti ruhiye içindeyken o, mütareke yıllarının dertli şairinin bir şiirinden şu mısraları okumaya başladı:
"Harap iller, serilmiş hanümanlar, başsız ümmetler
Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar
Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar
Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar
Tegallübler, esaretler, tahakkümler, mezelletler
Riyalar, türlü iğrenç iptilalar, türlü illetler
Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar, yanmış ormanlar
Ekinsiz tarlalar, ot basmış evler, küflü harmanlar
Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar
Gaza namiyle dindaş öldüren biçare dindarlar
Ipıssız aşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar
Emek mahrumu günler, fikri
ferda bilmez akşamlar ..."
Muarefesi olanlar anladı. Akif'ten bahsediyordu
Fethullah Gülen Hocaefendi. Ataullah Bahauddin'in "Odama girdim; kapıyı kapadım; ağlamaya başladım: O gün akşama kadar İslam'ın garibliğine, Müslümanların inhitâtına ağladım, ağladım... " sözlerinden hareketle meşhur "Umar mıydın?" şiirini yazan Akif'ten. "Umar mıydın ki: Ma'betler, ibadetler yetîm olsun? Ezanlar arkasından ağlasın bir nesl-i me'yûsun?" diye başlayıp, "Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş: Ne din kalmış, ne iman, din harâb, iman türâb olmuş!" diye devam eden ve nihayet "İlâhî! Bir müeyyed bir kerim el yok mu, tutsun da, Çıkarsın Şark'ı zulmetten, götürsün fecr-i maksûda?" diyerek şiirini bitiren Akif'ten.
Farklı dönemlerde yaşasalar da çekilen dert, duyulan ıstırap, kıvrım kıvrım insanı kıvrandıran sancıların buluşturduğu iki insan bence M. Akif ve Hocaefendi. Onun için olsa gerek sık sık sohbet ve yazılarında Akif'e müracaat eder Hocaefendi. Yeri gelir düşüncelerini onun bihemta sözleri ile temellendirir. Gün gelir,
destek alır ondan duygularına, hislerine; zaman olur, destek verir ona yaptığı tesbitlerle.
İşte yine böyle bir zamanı yaşıyorduk. Anlaşılan o ki, Akif'in resmini çizdiği ciğersuz manzaranın sebeplerine değinecekti sohbetinde. Sözün akışı onu gösteriyordu, tahmin ettiğim gibi de oldu. Gözleri buğulu, azıcık duyarlı bir insanın ciğerini delen ok gibi, mızrak gibi sözleri ile şu tesbitlerini dile getirmeye başladı yukarıdaki mısraları bitirir bitirmez: "Ahh Müslümanlık ahhh! Senin derinliğini bulmak için çalışmadık. Senin enginliklerinde yüzmek için gayret sarf etmedik. Bulduğumuz ile yetindik. Dün himmetlik ettik. Yedik, içtik, yan gelip sırtımız üzerine yattık. Bilmem ki bugünün nesilleri dünden farklı olarak buldukları ile yet
inme, gözeleri eşeleyip onlarla iktifa etme yerine senin derinliklerine inme, enginliklerine yelken açma azim ve gayretini gösterebilecek mi?"
Sonra o buğulu gözleriyle etrafına baktı; baştan sona süzdü herkesi. Ardından: "Göstermelerini
ümit ediyoruz." dedi. "Bir ömür boyu biz bu ümitle yaşadık.
Allah ümitlerimizde bizi inkisara uğratmasın." diye de temennisini dile getirdi. "Amin" sesleri duyuldu bu ara sohbet halkasından. Hocaefendi devam ediyordu konuşmasına: "Eğer bu azmi gösterirlerse" diyordu, Allah'ın kainata koyduğu tabii kanuna işaretle, "gayret ve çabalarında ciddi olurlarsa, Allah aradıklarını ihsan edebilir onlara."
Pekala ciddiyetin ölçüsü neydi? Zihinlerde beliren bu soruyu
cevapsız bırakmadı Hocaefendi. "Belki çoklarınıza ağır gelecek" kaydıyla: "Yitiği
arama duygusu vardır insanda. İşte bu duyguyu harekete geçirme. 5 asırdır, 10 asırdır yitirdiğimiz değerler var bizim. O değerleri yeniden bulmak, yeniden hayata mal etmek için günde 50 defa canını verecek ölçüde cömert davranma. Alın size yitiği arama, O'nu bulmada bir ciddiyet ölçüsü. Belki çoklarınıza ağır kaçıyor bu sözlerim! Eğer öyleyse "dertli söylegen olur" perspektifinden bakın ve beni hoşgörün."
Gerçekten İslam'ın derinliklerine dalma tarihte olmuş muydu, yeniden olacak mıydı? Ne düşünüyordu bu hususta? Arada sorulan bir soru münasebetiyle buna da cevap verdi Hocaefendi. Soru, nefsin tezkiyesi, kalbin
tasfiyesi diyerek kullandığımız tezkiye ve tasfiye kavramlarının açılımları ve bunların nefis ve kalb ile münasebetleri hakkındaydı. Bu iki kavramın hem dil bilimi hem de literatürdeki kullanım alanlarını örnekleri ile açıkladıktan sonra dedi ki: "Nefsin tezkiyesi, kalbin tasfiyesi hakiki Müslümanlığın yaşandığı dönemlerde sıradan şeyler; hem de herkes için. Ama şimdi mektep boş, mabed boş, ev boş,
sokak boş; bütün bu boşluklar içinde dolu insanların zuhuru mümkün olmuyor. Ama olmuyor ve olmayacak deyip bir kenara mı çekileceksiniz? Elbette hayır. Şimdiye kadar yaptığınız işe devam edeceksiniz. Hayatın hiçbir alanını boş bırakmayıp mütecessis ruha sahip hür, sorumlu ve şuurlu insanlar yetiştireceksiniz. Bakın bizim insanımıza. Batılı insanların elinde var olan imkânların belki onda biri bile olmadan geldiği seviyeye. Harici ve dahili onca müdahalelere rağmen elde ettiği konuma. İmkânsızlıklar ve sahipsizlikler içinde ancak bu kadarı oluyor. Biraz imkân verilsin, göreceksiniz kimin
aslan kimin kaplan olduğunu..."
Söz kendini derin sulara kaptırmış, dalgalar misali tedailerin akışı içinde kah oraya, kah buraya vurarak ama müthiş bir insicam içinde ağızdan dökülmeye devam ediyordu. "Ahh Müslümanlık!" iç geçirisine son verecek diriliş hamleleri önündeki engellere sıra gelmişti. Çok farklı bir perspektiften baktı ve oldukça keskin cümlelerle temas etti meseleye Hocaefendi. "Allah hakkına hakkıyla riayet etmeyenler, kul hakkına da hakkıyla riayet edemezler." dedi önce. Sonra; "Kul hakkına, umumun hakkına, milletin hakkına
tecavüz, Allah'ın hakkına da tecavüz sayılır ve Allah hesabını sorar bunun. Milleti bölüp parçalayanlar, hizip mülahazası ile hareket edip milletin aydınlık yarınlarına engel olanlar, ne Allah'ın rahmetine kavuşabilir ne de cennete gidebilirler."
Artık yorulmuştu. Duygu ve düşünce yoğunluğunun iç içe olduğu böylesi bir konuşmayı dinleme bizi yormuştu; konuşanı nasıl yormazdı ki? Bu defa buğulu değil, nemli değil, herkesin müşahedesiyle
inci gibi yanaklarından aşağıya dökülen gözyaşları ile: "Allah keşke benim canımı alsaydı da milletim ayakta olsaydı. O
ölüm denen şey neyse, günde bin kerre bütün acılığıyla üzerime gelseydi de milletim ruhunun abidesini ikame etseydi." Bu son iki cümle salonda bulunan bazı hüşyar ruhların, mürde gönüllerin gözyaşlarını salmasına vesile olmuştu. İhtimal Hocaefendi bu atmosferi Allah'ın rahmetine vesile olur düşüncesiyle değerlendirmek istedi. Sonunda herkesin yüksek sesle amin diyerek karşılık verdiği şu cümlelerle bitirdi sözlerini: "Allah'ın hakkına hayatımızın her bir saniyesinde riayet etme, O'nun hakkı bizim de vazifemizdir. Bence bu hakka riayet etme sorumluluğunun şuurunda olan her bir insan için aksa'l gayat olmalıdır. Aksa'l gayat; en yüksek
hedef d
emek. Rabb'im bu en yüksek hedefe ulaşanlardan eylesin." Amin.
Akif'le başladım Akif'le bitireyim: "Şarka bakmaz garbı bilmez görgüden yok vayesi; Bir kızarmaz yüz yaşarmaz göz bütün sermayesi" kategorisinde yer alanların bu sohbetten alacağı bir hisse olur mu acaba?
ZAMAN