Açık konuş beyefendi, en son kaça biter bu iş?
Oğlu şehit düşmüş, al bayrağa sarılmış
tabutu hemen önünde duruyor. Az sonra toprağa verilecek can paresi. Bağırmıyor. Haykırmıyor.
Ağlamıyor. Dudaklarında titriyor yüreği belli. Tam bu sırada
mikrofon uzatan televizyon muhabirinin sorusu da...
"Bir şehit
babası olarak ne düşünüyorsunuz?"
Ben ağlamaya başladım verdiği cevabı duyduğumda.
Ekranın karşısında oturduğum yerde eridim.
"Bitsin artık bu mânâsız savaş!" diyordu şehit askerin babası.
"Vurulan da bu memleketin evladı" diyordu.
"Vuran da bu memleketin evladı" diyordu.
Şehit oğlunu, onu toprağa düşüren
katil elden ayırmıyordu.
Ve "Bitsin artık!" diyordu.
Yeryüzünde sadece bu ülkenin insanlarında görülür böyle peygamberane feraset!
Sadece bu ülkenin insanlarında bulunur, oğlunu vuran katilin de bir oğul olduğunu düşünüp "Bitsin artık!" diyerek yavrusunun katilini ana-babasına bağışlayacak yücelikte kainata eş yürek.
Sadece bu ülkenin topraklarında açar, görünür görünmez, bilinir bilinmez bütün âlemlerin renklerini ve ıtrını sinesinde toplayan
çiçek.
Televizyonda topu topu 20-30 saniyelik bir görüntü bu, size o an içinde ezel ve ebed ruhunu ve sarhoşluğunu yaşatan. İçinizdeki büyük
patlama paramparça ediyor sizi ve git-gellerinizle dağlar yutan dalgalar doğuran bir
okyanus fırtınası kopuveriyor.
O an içinde siz, işte bu
şehit babasının yaşadığı ülkeyi yönetenler arasında, "Nil kenarında bir kurt bir kuzuyu parçalasa korkarım ki
Allah bunun hesabını benden sorar." diyen Halife Ömer'i görmek istiyorsunuz.
Kendi bölgesinde yaşayan bir
Yahudi kadıncağızın Muaviye terörünün kurbanları arasında olduğunu görünce, rahmani sorumluluk hissiyle minbere çıkıp "Bir insan bunun utancıyla ölürse ancak, belki o zaman kınanmayabilir" diyen
İmam Ali'yi işitmek istiyorsunuz.
Fakat karşınıza çıka çıka, partisinin liderliğini, seçimde aldığı oyların cami avlularına konulan şehit tabutlarının sayısıyla doğru orantılı olmasına borçlu bulunan zatın merhamete set kuran çehresi ve haykırışı çıkıyor:
"Bu şartlar altında demokratik açılımdan söz etmek ihanettir!"
İşte o zaman kainatın tepesinden arzın en alt çukuruna muazzam bir hızla düştüğünüzü hissediyorsunuz.
Ve bağırmak istiyorsunuz:
İstediğiniz nedir? Açık söyleyin!
Düzde kaç asker ölürse siz tek başınıza
iktidar olabilirsiniz?
Dağda kaç Kalaşnikoflu öldürülürse şu bölünmez vatanın gidemediğiniz bölgelerinden size oy gelir?
Güneydoğu meselesi kaç köy y
akılırsa, kaç şehir boşaltılırsa, kaç
aile sürgün edilirse çözüme ulaşır?
Bugüne dek 400 milyar dolar harcanmış, şehit babasının "mânâ" bulamadığı ve bulması da imkânsız görünen bu vur-kır, hır-gür için. Daha kaç milyar dolar harcanması gerekiyor söyleyin?
Cami avlusundaki her şehit ailesinin üstü başı biraz daha dökülürken, sofrasındaki ekmek, kâsesindeki yemek biraz daha azalırken birileri besleniyor bu paradan.
Birileri servetine servet katıyor.. Birileri çöpleniyor... Birileri ziftleniyor...
Birileri tabut önünde "Allahü Ekber" derken, o sabah masasına konulan son anket sonuçlarındaki oy artış oranını düşünüyor...
Bir yanda dilinde "Bitsin artık bu mânâsız savaş!" feryadı, elinde oğlunun şehadet beratı ile yüreği
yangın yeri bir baba...
Öbür yanda, onun elindeki
şehitlik belgesini
oy pusulası olarak gören politikacı...
Cami avlularını miting alanı, al bayraklı şehit tabutlarını oy sandığına çeviren bir zihniyet!
Şehit cenazelerindeki artış ile hangi partilerin oy artışı paralellik arz ediyorsa orada yaşar bu zihniyet!
Ve yine sadece bu ülkenin
siyaset meydanında görülebilir işte bu kahredici
manzara!
Oy anam oy!
Komşu ve Derviş
Bir Derviş tanımıştım yıllar önce. Hem kör hem cahil derdi ilk bakışta hemen her gören.
Komşusu kendisini kaybedip namusuna el uzatmış, komşu iken namus düşmanı olmuştu.
Fakat canım Derviş bir kez olsun "düşmanım" demedi namusuna el uzatan komşusuna.
Düşman-komşu hapse düşüp kötürüm annesi ortada kaldığında, Derviş gönlünün gücüyle sırtında hastanelere taşıdı kadını, sofrasını ekmeksiz, ekmeğini katıksız bırakmadı. Kendi anasına nasıl bakarsa öyle baktı, namusuna göz koyan komşu hapisten çıkana kadar.
Sonrasında da yıllarca göz göze gelmemeye çalıştı. Adını anmamaya. Bir tek çirkin lakırdı çıkmadı dudaklarının arasından.
Ta ki namus düşmanı komşu bir
uçak kazasında parçalanıp ölene dek. Kazayı duydu, ölenler arasında düşmanının bulunduğunu öğrendi. Sessizce kalkıp
abdest aldı, iki rekat namaz kıldı ve iki elini açıp "Sen affedicisin, affetmeyi seversin, affet Yarabbi!" dedi.
O kadar!
Yirmi yıllık malum şahıs
Yazı işiyle uğraşan bilir, hoş duygudur okurundan
mektup almak, okuruyla yazışmak ve hatta oturup sohbet etmek.
Yirmi yıl önce
köşe yazarı olduğumda bana, yazdığım absürd mizah yazılarına benzeyen mektuplar gönderen bir okurum vardı. Mektuplarını 'Malum Şahıs' diye imzaladı senelerce. Hangi gazeteye gitsem, hafta sekmez, yeni köşemde de bulurdu beni. Adı nedir, necidir, nerelidir belirtmezdi. Üslubundan tanırdım o olduğunu, bir de imzasından.
Sonra sonra biraz yer biraz yen belirtmeye başladı, imzasını 'Malum Şahıs' imzasının altına '
Adana Akıl Hastanesi Azılılar Koğuşu' adresini koyarak.
Yirmi yıl geçti böyle. Yirmi yıl önceki mektuplarından saklarım hâlâ bazılarını. Zaman'da yazmaya başlayana dek açık adını, gerçek unvanını öğrenemedim. Yüzünü ise bir kez bile görmedim elbet. Zaman ile zamanı gelmiş olmalı ki, önce "Dünya değişti artık mektup değil e-
mail var" diyerek e-
posta gönderdi. Cep telefonunun numarasını vererek. Hemen aradım.
Gerçekten Adana'da kendi tabiri ile Akıl Hastanesi'ndeymiş ama sadece bana malum değil, bütün Adana'da bilinen, tanınan ve sevilen başhekim olarak görevli bir psikiatr imiş.
Adı mı? Bırakın kalsın!
Yazar kaprisi der misiniz bilmem! O hâlâ "malum şahıs" bana!
AHMET TEZCAN - ZAMAN