Tayyip Erdoğan'ın Ergenekon'la da 'uzlaşma'sını istiyor musunuz?
AK Parti'yi kapatma davasının amacı neydi?
Adı üzerinde,
iktidar partisini kapatmak. Ama bu amaç, "daha büyük" bir amaçla irtibatlıydı. Tayyip Erdoğan'ı "siyasi yasaklı" durumuna sokmak. Yani, Tayyip Erdoğan'ı başbakanlıktan indirmek ve mümkünse "geri dönüş yolları"nı tıkamak.
"Bürokratik elit" olarak genellediğimiz, geleneksel iktidar odağının derdi, her
vakit, AK Parti'den ziyade Tayyip Erdoğan'ın kendisi oldu. 2002
seçimlerini, AK Parti'nin "tek başına" iktidara geldiği ilk seçim öncesini hatırlayalım. Tayyip Erdoğan,
İstanbul 1.
bölge listesinin başındaydı. Seçime katılma yasağı geldi ve 2002 sonbaharında AK Parti tek başına iktidara geldiği vakit, Tayyip Erdoğan milletvekili olamadığı için başbakan olamamış, hükümeti
Abdullah Gül kurmuş, Tayyip Erdoğan ise "iktidar partisi"nin genel başkanı olarak kalmıştı.
Tıpkı,
Sovyetler Birliği dağılmadan önce komünist rejimle yönetilen
ülkelere benzer bir
manzara ortaya çıkmıştı. Oralarda parti genel sekreteri, güç itibariyle başbakandan önce gelirdi. Örneğin, Sovyetler'de Brejnev parti lideri, Kosigin başbakandı ve Brejnev, ülkenin asıl lideri muamelesi görürdü.
Türkiye de bir "anomali"yi yarım yıl kadar yaşadı. AK Parti'nin iktidara gelmesinden hemen sonra, Tayyip Erdoğan, yaklaşan
Kopenhag Zirvesi öncesinde
Avrupa Birliği başkentlerinde Türkiye için "tam müzakere tarihi" elde etmek amacıyla turlara çıktı. Bir gün içinde birkaç Avrupa başkentini ziyaret ettiği oluyordu. Gittiği her yerde, başbakanlar ve cumhurbaşkanları tarafından kabul edilip görüşüyordu.
Sıfatı sadece "genel başkan"dı ama AB liderleri onu "Türkiye'nin lideri" olarak görüyorlardı. Zaten, Türkiye halkının önemli bir bölümü de AK Parti'ye AK Parti olduğu için değil, genel başkanı Tayyip Erdoğan olan AK Parti olarak oy vermişti.
Zirve noktası,
Aralık 2002'de Beyaz Saray'da Başkan George W.
Bush tarafından kabul edilmesi oldu.
Amerikan tarihinde, bir müttefik ülkenin seçim kazanmış yöneticisini o kadar çabuk ağırlamak, genellikle
İngiltere ve
İsrail başbakanlarına nasip olurdu. Ama başbakan sıfatı taşımayan bir müttefik ülke lideri olarak Beyaz Saray'a kabul, galiba sadece Tayyip Erdoğan'a nasip oldu.
Beyaz Saray'a kabul edilen AK Parti Genel Başkanı'nın yakası Türkiye'de
Yargıtay Başsavcısı
Sabih Kanadoğlu'nun elindeydi.
Bush, Kanadoğlu'ndan "daha güçlü" olduğu için, "dış dünyadaki meşruiyet"in içeride de gerçekleşmesi kaçınılmaz hale geldi ve Türkiye'ye özgü bir hukuk cambazlığıyla Tayyip Erdoğan'ın önündeki engeller kaldırıldı. Ara seçim yapıldı. Tayyip Erdoğan,
Siirt Milletvekili seçilerek
Mart 2003'te başbakanlık koltuğuna oturdu.
***
"Sistem" dedikleri, Tayyip Erdoğan'ın yakasından düşmek istemediği için bu kez 14 Mart 2008'de, yüzde 47 ile güçlendirilmiş bir iktidar yetkisi almasının üzerinden ancak yarım yıl geçtikten sonra, peşine
Yargıtay Başsavcısı (Sabih Kanadoğlu'nun haleflerinden)
Abdurrahman Yalçınkaya düştü.
Amaç, AK Parti'yi kapatarak, Tayyip Erdoğan'ı devirmek ve mümkünse
siyasetten silmekti.
"Yargı darbesi" dediğimiz buydu. "Darbeler", doğaları sonucunda, "faul yaparak" iktidar devirmek anlamına gelir. 14 Mart'ta başlatılan sürecin, "yargı bağımsızlığı" ile "hukuk"la yakından uzaktan alakası yoktu. "Faulle" (ya da
Google+' class='textetiket' title='Google haberleri'>Google ile) iktidar devirmeyi amaçlıyordu ve düpedüz bir "siyasi
eylem"di.
"Siyasi eylem"lerin neyi elde edip edemeyeceğini, "siyasi güçler dengesi" belirler. Burada da öyle oldu. Tayyip Erdoğan'ı Türkiye'nin başbakanı olarak görmek isteyen, Türkiye'nin uluslararası
sistemde artan "işlevselliği" ile "istikrarlı devamı"ndan yana olan dış dinamikler,
Abdurrahman Yalçınkaya ve yandaşlarından, haliyle, çok daha güçlü olduğu için Tayyip Erdoğan, başbakan kaldı.
Elbette, (dışarıyla görünmeyen ilişkilere sahip) içerideki siyasi güçler dengesi de "Tayyip Erdoğan'ı devirme girişimi"nin önünü kesti. "Darbeciler"in hareket alanı, Ergenekon ile inanılmaz derecede daraldı. Türkiye'de "siyaset mühendisliği" hesapları ve senaryoları yaptıkları oyun masaları, Ergenekon'la tersine döndü.
14 Mart 2008 günü, "
kapatma davası" iddianamesi
Anayasa Mahkemesi'ne verildiğinde, "kapatma kararı" aslında alınmış, gerekli "yasal prosedür" başlatılmıştı. Ancak, aradan geçen süre içinde, dış dünyanın (başta AB) tavrı ve Ergenekon'un aldığı şekil, kapatmaya ve Tayyip Erdoğan'ı yasaklamaya elvermedi.
Anayasa Mahkemesi, Tayyip Erdoğan'ı devirmek istemedi değil. Deviremedi. Gücü devirmeye yetmedi. 30 Temmuz gününden önce belirlendiği izlenimi veren 6'ya 5'lik bir "drama"yla AK Parti'ye "güçlü ihtar" görüntüsüyle zevahir kurtarılmak istendi. Sonuçta, davanın asıl
hedefi olan Tayyip Erdoğan'ı devirmeyi beceremediler.
***
Şimdi, "yeni bir sayfa açmak" ve "uzlaşmak zamanı" imiş. Gayet güzel. Bu pankartın altında toplananlar, özellikle, Tayyip Erdoğan'ın "laikliğin tehlikeye düştüğü" duygusunda olanları rahatlatması gereğine işaret ediyorlar.
Bu da güzel. Tayyip Erdoğan bunu yapmalı. Ancak, "laikliğin güvencesi", Türkiye'nin "laik demokrasiler birliği" olan AB yönünde atacağı adımlar. Bunların başında ise AB'nin de öncelikle altını çizdiği gibi yeni anayasa yapımı geliyor. "Uzlaşma yandaşları", liberaller ve demokratlarla didişmeye harcadıkları enerjiyi, AB normlarında yeni bir anayasa yapımı için harcarlarsa, hem tutarlı olurlar hem de faydalı bir uğraşa girmiş olurlar.
Bu arada, Ergenekon, almış başını gidiyor. Ülkemizin ve insanlarının, alçak ve
hain bir "
cinayet şebekesi"nin hedef tahtasında olduğu, ortaya saçılan belgeler ve bilgilerle belli. "Uzlaşma"ya Ergenekon'un asla girmemesi gerekir.
Zira, katillerle "zulüm"le uzlaşılmaz. "Zulme" ve "zalime" karşı tarafsızlık ilan edilmez...
CENGİZ ÇANDAR/REFERANS