A kişisi B kişinden bir talepte bulunursa ve B kişisi bu isteği yerine getirmediği takdirde maddi- manevi kayba uğrayacağını bilir, bu nedenle isteği yerine getirirse, bu iki kişi arasındaki ilişkiye
iktidar ilişkisi adı verilir.
Devamı vardır bu tanımın...
Eğer A kişisi kendi gücünü ya da o gücün B kişisi üzerindeki etkisini iyi hesaplayamamışsa, karşı taraf onun isteğini reddettiği halde bir
yaptırım uygulama imkânına sahip değilse, bu kez iktidar ilişkisi tersine
döner.
Bu tanım bir devrin ünlü
siyaset bilimcilerinden R. Dahl'ın tanımıdır.
Kişiler arasındaki ilişkiler kadar devletler arasındaki ilişkilerin özüne işaret eder.
Uluslararası sahada, güç merkezli ilişkiler, bu kaba güç olmasa da, çeşitli siyasi, kültürel,
ekonomik yaptırımlarla, üstelik uluslararası kurumlar ve yapılar vesilesiyle her zaman devrededir.
Bu tanımı aklıma getiren,
Türkiye'nin
Ermeni soykırımı tasarılarından ötürü
ABD ve
İsveç'e karşı aldığı tavır oldu.
Türkiye ABD ve İsveç
büyükelçilerini geri çağırdı.
Tasarıları kabul edilemez ve Türkiye'nin kayıtsız ve yaptırım bırakmayacağı gelişmeler olarak ilan etti.
Yakında benzer oylamalar
İngiltere ve
İspanya'da da yapılacak.
Bu sertlik, aşırı özgüven böyle giderse Türkiye'nin muhtemelen İngiltere ve İspanya büyükelçilerini de geri çekeceğini varsayabiliriz.
Türkiye kendisi A
ülkesi olarak ilan ediyor...
Peki diğerleri B ülkesi rolünü benimseyecekler mi?
Hiç sanmıyoruz...
O zaman ne yapacak Türkiye:
Birçok ülkeden büyükelçisini çekerek içine mi kapanacak?
Ya da büyükelçileri çekme hamlesiyle bu ülkelerin yürütme organlarına
mesaj mı verecek?
Bu durum kaybeden taraf olmaktan, kayba oynamaktan başka hiçbir anlam ifade etmez...
Bumerang etkisi malumdur...
Kuzey Irak'ta özerk
Kürt bölgesinin kurulmasını bile
kavga nedeni sayan Türkiye, nereden nereye geldi, gelmek zorunda kaldı?
Bu konuda kayıp yaşanmadıysa, bu, Ankara'nın, gücünü, imkânlarını, koşulları, karşısındaki tarafları dikkate alarak siyasetini esnetmesi ve değişmesi sayesinde olmuştur.
1915 konusunda esneklikten uzak bir tavrın, " Ermenistan'a ağır bedel ödetmeliyiz" çıkışıyla 1940'ların
Almanya siyasetçilerini andıran
CHP' tavırlarından ne farkı kalıyor.
Sadece ilkesel açıdan değil, pragmatizm açısında da çıta düşüyor...
Ermeni soykırımı meselesi Türkiye'nin her geçen gün daha çok başını ağrıtacaktır.
Bunun nedeni çeşitli ülkelerde soykırımla ilgili tasarı ve kanunların kabul edilmesi olmayacaktır.
Bunun nedeni Türkiye'nin bu dalga karşısında akılcılıktan ve çağın ruhuna uygun davranmaktan uzak durmayı ısrarla sürdürmesi olacaktır.
Türkiye'nin son günlerde yaptığı hamleler ve sert çıkış, mutlak inkârcı tavrı, karşı tarafı ve karşı dalgayı da sertleştirmekten, kendi içinde attığı adımları doğrulamaktan başka işe yaramıyor.
Son yıllarda Batı'da örneğin Fransa'da, ABD'de, parlamentoların tarihi konusunda hüküm verip,
yasa çıkarmasına yönelik politik ve entelektüel bir
itiraz başlamıştır.
Bu itiraza Türkiye katkısı, "babalanma politikaları"dan dolayı değil, tersine kendi içinden gelen farklı seslerden, 1915'e soykırım denmesinin suç olmasına yönelik tepkilerden, 301. Madde tartışmalarından hareketle olmuştur.
Türkiye kendi resmi görüşleri istikametinde bugün, bu pisti açacağına, tıkamakla meşguldür.
Bu pisti açmak iki yolla olur:
İlk yol parlamento kararlarına içerik olarak değil; şekli açıdan itiraz etmek, bunları önemsizleştirme politikaları uygulamaktadır
İkinci yol ise, birinciye paralel olarak, soykırım telaffuzuna gerek olmadan, devletin 1915'te yaşananlarla ilgili üzüntüsünü belirtebilmesidir...
Türkiye o zaman gerçekten güçlü olur...
Özgüven kendine bakabilmekten, içeriye dönebilmekten, ilkeler üzerinde yürümekten geçer...
Dış politikayı yürüten siyasilere bir noktayı hatırlatmak gerekir:
Ülke bugüne kadar uluslararası sahada hangi konuda başarılı olduysa, bu o konuda çağın ruhuna ve gerekleriyle paralel hareket etmesinden kaynaklanmıştır.
Yoksa sanmayın ki
Kanuni Sultan Süleyman aramızda ve o döneme geri döndük...
ALİ BAYRAMOĞLU-YENİ ŞAFAK