Amerikan tarihinin ilk
Müslüman milletvekili Keith Allison ile
iftar masasında yan yanayız. Siyasî bir kimlik, yakınlarda
Türkiye gezisi yapan hukuk danışmanı, Türkiye'den
gazeteciler, ABD'de bir Türk kurumunun düzenlediği iftar gibi unsurlar yan yana gelince konuşmalar faslına kadar yaptığımız sohbet ister istemez Türkiye ekseni üzerinde döndü.
Allison, Türkiye'nin bölgesel önemine dikkat çektikten sonra "Bir soru sorabilir miyim?" dedi ve sorduğu ilk soru; başörtüsü meselesi oldu.
Sivil anayasa tartışmalarının başörtüsü maddesine indirgenmesi misali, bir ABD milletvekilinin ülkemizle alakalı ilk sorusunun başörtüsü olması,
yabancı insanın zihninde de aynı türden bir indirgenme çağrışımı yaptı bende. Evet onun Müslüman olmasında bunun rolü elbette vardır. Fakat bu, neticeyi değiştirmiyor. Yanımızda oturan ve
siyaset bilimlerinde doktora yapan bir bayanın verdiği tarihî süreci merkeze alan,
modernizasyon, sekülerizm,
laiklik ve benzeri kavramlar etrafında dönen izahlar tahmin edeceğiniz gibi tatmin edici olmadı. Tam o esnada izahı yapan bayanın ardından iki tane başı kapalı bayanın geçmesini fırsat bilen Allison; "turn around/dön arkana" dedi.
Burada duralım; zira bu iki kelimelik cümle sayfalarca izahı yapılamayacak bir gerçeği gözler önüne seriyordu. Manası o kadar açıktı ki bu sözün; adeta şunları demek istiyordu: "Arkana dön ve bak; demokrasinin beşiği olarak bilinen ABD'de, onun kongre binasının içinde, bir başka tabirle kamusal alanın zirvesinde
iftar yemeği veriliyor ve bayanlar başı açık-kapalı ayırt edilmeksizin binaya girebiliyor; üniversitelerini okuyabiliyor, gündelik hayatlarına devam edebiliyor." El-hâk bunların hepsi doğru. Doğru olduğu için de onların ülkemizde hâlâ devam eden başörtüsü yasağını anlayabilmeleri imkânsız.
Özgürlük denildiği zaman kendi mahallelerinde oturan kişilerin, kendileri gibi duyan, düşünen, hisseden ve bu çizginin dışında olan herkesi onca ortak paydaya rağmen "öteki" olarak gören zihniyetin mevcut tutumu devam ettiği müddetçe de bu mesele demokratik değerler düzleminde ne anlaşılabilecek ne de izahı yapılabilecektir. Zaten biz de bunun şuurunda "maalesef biz de anlamıyoruz" dedik ve bir başka fasla geçtik.
Konuşmalar ve mesajlar
Rumi Forum tarafından ikincisi verilen iftarın dikkati çeken en önemli unsurlarından biri, davetlilerin yanında konuşmacıların kimlikleri ve verdikleri mesajlardı.
İslam Konferansı Örgütü Sekreteri
Ekmeleddin İhsanoğlu,
Temsilciler Meclisi Başvaizi Daniel Coughlin, dünyaca ünlü İslam düşünürü Seyyid Hüseyin Nasr, Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Demetrios, Türkiye Ermenileri Patriği Mesrob
Mutafyan,
Washington Yahudileri Hahambaşı Joshua O. Haberman ve
Vatikan dinlerarası
diyalog yetkilisi Thomas Michel.
İki günden beri gazete sayfalarına, köşe yazılarına ve TV ekranlarına konu olan söz konusu konuşmaların ortak teması; Mevlânâ ve öğretilerini merkeze alan, farklılıkları kabulle birlikte yaşayabileceğimiz barışçı bir zemine yapılan vurgu idi. Ekmeleddin İhsanoğlu'nun "İslamofobia" eksenli değerlendirmeleri Ekmeleddin Bey'in taşıdığı resmî sıfatı ile bütünleşince Batılılara verilen ilk elden mesajlardı. Umarım şimdiye kadar yüzlerce-binlerce defa farklı ağızlardan, farklı kalemlerden verilen bu mesajlar, muhatapların zihninde iz bırakmış olsun.
Dikkatlerden kaçan önemli mesajlardan birini ise Thomas Michel verdi. Mevlânâ'nın mesajlarının kökenine işaret etti Michel. Bir Müslüman'ın ağzından ancak çıkabilecek değerlendirmeler Mevlânâ'yı Hz. Muhammed'in önüne çıkartma
inanç, düşünce ve gayretleri içinde bulunanlara verilen okkalı bir
ders mahiyetini taşıyordu.
Sembolik değerler
Sözü edilen organizasyonun iki açıdan sembolik değeri var. Birincisi, ABD'nin çeşitli eyaletlerinde, şehirlerinde Müslüman dernekler tarafından otellerde, kültür merkezlerinde, camilerde, kiliselerde, evlerde yerel ve federal en üst düzeyde katılımlarla gerçekleştirilen nice iftarlar var; var ama hiçbiri Federal
Millet Meclisi'nde değil. Bu
çatı altında olması iftara ayrı bir önem kazandırıyor. İkincisi, her ne kadar bazı milletvekilleri organizasyon komitesi içinde bulunsalar da -yabana atılmayacak derecede önemli bir gerçektir bu- asıl organizeye öncülük yapanlar Müslüman Türklerdir. Her türlü cemaat, cemiyet, tarikat, hizip, grup vb. ideolojik, kültürel, etnik ayrışım noktalarından uzak, İslam'ın ve Müslümanlığın ön plana çıkartıldığı programa bizim öncülük etmemiz, takdire ve tebrike şayan olsa gerektir. Halbuki bu ülkede yıllardan, asırlardan beri Müslümanlar olmasına rağmen böylesi bir organizasyonun iki yıldır hem de aynı kurum tarafından yapılması, kendi adımıza sevinilecek bir hadise olmalı. Şahsî kanaatim bu ikinci husus, en az birincisi kadar hatta ondan öte sembolik bir değere sahiptir.
Meseleyi mahalle ve cemaat kavramları içinde mütalaa edenler, propagandist bir yaklaşımın ürünü görenler, "boş durmuyorlar" diyerek üstü kapalı bir yerlere mesajlar gönderenler maalesef 'dar görüşlü, dar düşünceli' insanlardır.
Rumi Forum'un onursal başkanının
Fethullah Gülen Hocaefendi olması, bu aykırı çıkışların temel dayanağı olsa gerek.
Program boyunca birkaç konuşmacının kendisine atıfta bulunmasını, vakfın tanıtımında, vakfın kurulmasından böylesi programlara kadar kendisinin görüşlerinden istifade edilmesini ifadeye gelince; bu sadece ve sadece kadirşinaslıktır, vefadır, saygıdır. Ama statüko kurbanı, şahsî çıkarlarını her şeyin üstünde tutan ve bu uğurda binlerce, milyonlarca insanın hukukuna tecavüzü hiçe sayan ve dolayısıyla vefanın, sadakatin, kadirşinaslığın lügatlarında yeri olmadığı insanların bunu anlamaları imkânsız denecek ölçüde zor.
Bir önceki cümlede
Bediüzzaman Hazretleri'nden mülhem 'dar görüşler, dar düşünceler' dedik bu eximí nitelendirmek için. İsterseniz bu sözü bütünüyle onun ağzından takip edelim: "Bana: "Sen şuna buna niçin sataştın?" diyorlar. Farkında değilim; karşımda müdhiş bir
yangın var.. alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kujrtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müdhiş yangın karşısında bu
küçük hâdise, bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler..."
'Boş durmuyorlar' diyenlere latifevârî bir cevap; evet, boş durmuyoruz; çünkü Allah, boş duranları sevmez!