2002 yılı Yüksek
Askeri Şûrası'nda Kara
Kuvvetleri Komutanı olması beklenen Emekli
Orgeneral Edip Başer bu konuda altı yıldır hiç konuşmadı.
Milliyet Gazetesi'nde yer alan haberde Emekli Orgeneral Edip Başer yıllar sonra ilk kez konuştu.
Terörle Mücadele Eş Koordinatörü oldu; ASAM Yönetim Kurulu Başkanı oldu; Yeditepe Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Müdürü oldu; kaç TV programına katıldı, kaç kez demeç verdi, ama bu konuya hiç girmedi. "TSK'yı yıpratacak en ufak bir konunun parçası olmam" diyen Edip Paşa hep sustu.
Paşa aslında hâlâ susuyor, ama doğrusu malum meselelerden dolayı o kadar üzüntülü ki, sonunda o üzüntüyle ağzından tek bir kelime çıktı. "2002 YAŞ'ında kurumun geleneklerine bağlı kalınsaydı acaba bugün bunları tartışmıyor olabilir miydik?" sorumuzu bir tek sözcükle şöyle yanıtladı Edip Paşa:
"Olabilirdik."
Bunu söyl
erkenki kederi sesinden, yüzünden okunuyordu Paşa'nın, ama ani bir refleksle hemen toparlandı ve şöyle devam etti konuşmasına: "Fakat onu kaşımanın bir anlamı olduğunu zannetmiyorum. Bunu konuşmak kurumu yıpratabilir ve lütfen bu noktada bırakalım. Çünkü hiç belli olmaz; olabilirdi de olmayabilirdi de... Artık şimdi böyle kehanetlerde bulunmak geçmiş bir olay için hiç uygun değil. Ben o olayı bir
komutanlık yetkisinin o şekilde takdir edilmesi olarak algıladım, hepsi bu."
Konu böylece açıldığı gibi kapandı, ama Edip Paşa'nın üzüntüsü söyleşimiz boyunca yüzünden hiç gitmedi. Haliyle ister istemez ilk sorumuz da bu oldu:
- Çok mu üzgünsünüz?
Elbette,
Türkiye'nin sürüklendiği bu fevkalade
ümit kırıcı ortamdan çok üzgünüm. Aslında tabii ümitsizliğe kapılmaya hiç kimsenin hakkı yok. 1919'da ve onu takip eden yıllarda şartlar bundan daha iyi değildi. Kaldı ki zaten Türkiye geçmişte de çok badireler atlattı, çok sıkıntılı dönemlerden geçti. Fakat bu yüce milletin hakikaten çok enteresan, çok şaşırtıcı bir basireti var. Onunla yine bu zorlukların aşılacağına benim kuşkum yok. Ama bütün üzüntüm bu tür
kaos ortamları yüzünden Türkiye hızla yol alması gereken başka istikametlerdeki çabalarından alı konuluyor. Türkiye'nin gücü azalıyor, kendine güveni hırpalanıyor ve bunlar da hep Türk ulusunun geleceğe bakış şeklini etkiliyor. Netice itibariyle
ülkeye zarar veriyor.
SİYASET DÖRT ALANA BİRDEN GİRDİ
- Merak edilecektir, acaba Edip Paşa en çok hangisine üzgün diye... İddialara mı, yoksa gözaltılara mı? Hangisi?..
Bana asıl acı veren, bu ülkede
siyasetin bu şekilde hiç girmemesi gereken alanlara girmiş olması ve bunun da bu ülkede mevcut olan bazı ayrışmaları daha da derinleştirmesi. Üstelik hâlâ da ısrarla bu yönde siyasetin devam ediyor olması... Yani siyasetin tam bir kargaşa içinde, sınırlarının nerede olduğunu bilmeden, o sınırlarını kasıtlı olarak aşmak suretiyle, girmemesi gereken alanlara da girerek, bu ülkede bir kargaşa ortamını yaratmış olması. Bu ülkede yaşayan insanların gerek
demokrasiye gerekse hukuka olan saygılarının azalmasına ben çok üzülüyorum. Olan bitenler ise ne yazık ki bu sonucu doğuruyor.
- Nedir girmemesi gereken alanlar?
Siyaset dört yere kesin olarak girmemelidir: 1- Eğitim alanı. 2- Hukuk alanı. 3- Din alanı. 4-
Güvenlik güçleri alanı. Bununla kastettiğim şey istihbarat örgütleri, polis,
jandarma ve Türk Silahlı Kuvvetleri'dir. Bu alanlara siyaset girmemelidir. Elbette bu alanlarla ilgili bütün yasaları siyaset yapacaktır, kararları siyaset alacaktır, ama siyasetin hudutları orada biter. Siyaset eğer elini bunların içersine sokmaya kalkarsa işte o zaman bu ülkede çok tatsız, çok kimsenin sonuçlarını tahmin edemeyeceği ölçüde
tehlikeli huzursuzluklar, çatlaklar ortaya çıkar.
- Şu anda bu dört alanın dördünde de siyaseti görüyor muyuz?
Bu dört alanda maalesef görüyoruz. Kanaatimce rahatsızlıklar da bunlardan doğmaktadır. Tabii bunun yanında şunu da hemen eklemem gerekiyor ki siyasetin emrine girmiş bir kısım medyanın son zamanlarda özellikle ana
hedefi Türk Silahlı Kuvvetleri'dir. Bu insanlar elbette TSK'nın Cumhuriyet'in temel ayaklarından biri olduğunun farkındalar. Dolayısıyla o temel dayanaklardan bir tanesini çökertme çabasında olanların neyin peşinde olduğunu tahmin etmek hiç de zor değil.
MEDYA SUÇU VE SUÇLUYU TAYİN ETTİ
- Yalnız o bir kısım dediğiniz medyadaki kimi iddiaların da ciddi kanıtları var. Sanırız
Dağlıca ve Lahika iddialarını da içine katarak konuştuğunuz için söyleyelim, onlarla ilgili de birtakım
belgeler var ve en önemlisi de günlükler var ortada... Bunların varlığı size ne söylüyor?
Onlar bana şu aşamada henüz hiçbir şey söylemiyor. Tabii bu konunun
adalete intikal etmiş bölümü üzerinde
tartışmak kanaatimce fevkalade yanlış olur, ben oraya girmek istemiyorum. Ama şu kadarını söylemek istiyorum ki bugün ortadaki
manzara şudur:
Yargının ortaya koyduğu net bir iddia ve bu iddianın neticesinde hüküm giymiş kişiler yok. Hal böyle olmasına karşın demin işaret etmeye çalıştığım türde medyanın özellikle TSK mensupları ve bazı bilinen medya mensupları hakkında peşinen hükmünü vermiş olması fevkalade yanlış.
- Sizce ne yapılmalıydı?
Objektif olarak bu haberler verilmeliydi, ama hiçbir medya unsuru kalkıp da suçu ve suçluyu tanımlama cüretini kendinde bulmamalıydı. Biraz önce siz "İşte
deliller ortada" dediniz. Ben aynı kanaatte değilim. O deliller henüz yine bu bir kısım medyanın ifade ettiği deliller. Yargının önümüze koyacağı sonuçları bekleyip, onu görmek lazım.
Ancak ne yazık ki siyaset adamları ve bazı sorumsuz medya mensupları hem suçu hem de suçluyu ilan ettiler ve hatta biraz daha gayret etseler cezalarını dahi
tayin edecekler. Böyle bir manzara hiçbir demokraside, hiçbir hukuk devletinde kabul göremez. Demokrat olduğunu iddia eden herkesin de böyle bir görünümü reddetmesi lazım.
ASKERİ ELEŞTİRİN, AMA ORDUYA MAL ETMEYİN
- Siyaset hata yapıyor, bir kısım medya hata yapıyor; peki ama asker hiç mi hata yapmıyor? Asker de hata yapıyorsa bunu nasıl eleştireceğiz, nasıl ortaya çıkaracağız?
Askeri eleştirmeyin diye bir şey çıktı mı benim ağzımdan? Askeri eleştirmeyin, askerin yanlışlarını görmeyin diye hiç kimsenin böyle bir kaygısı yok. Elbette askeri eleştireceksiniz, ama askeri
eleştirirken şu noktayı g
özden uzak tutmasın basın mensubu arkadaşlar... Bu asker bizim askerimiz, bu ordu bizim ordumuz, bu ordu Cumhuriyetin ordusu. Dolayısıyla bir yerde meydana gelen münferit bir hatadan, münferit bir yanlış adımdan dolayı onu TSK'nın bütününe mal etmek,
halka onu o şekilde sunmak yanlış diyorum ben... Yoksa gayet tabii olan bir olayı elbette eleştirirsiniz.
- Paşaların gözaltına alınmasına tepkili misiniz; sizce
paşalar da alınabilir mi?
Bir hukuk devletinde hiç kimsenin istisna bir konumu olmaması gerekir. Yargı eğer bir suçun işlendiğine kanaat getirmişse o suçla ilgili kişileri elbette ifadelerini almak üzere celp edecektir, şu veya bu şekilde o ifadelere başvuracaktır. O ifadeler sonunda da delillere göre asıl suçlular her kim ise onları yasanın öngördüğü şekilde cezalandıracaktır. Bu en
doğal hukuk devletinin işleyiş tarzıdır.
TÜRK YARGISI HİÇ BU KADAR TARTIŞILMAMIŞTI
- Buna şaşıldı çünkü,
Genelkurmay paşaların gözaltına alınmasına nasıl izin verdi, diye?..
Hayır, ona şaşmamak gerekir. Ancak ben şu anda gözaltına alınmış olan (Tutuklandılar) o iki çok değerli arkadaşımızın, ikisini de çok iyi tanırım. İkisi de yüreklerinde Türkiye sevgisi ve Türk ulusuna sevgi, bağlılık, sadakatten başka, Atatürk'e sevgiden, saygıdan başka hiçbir şeyleri olmadığını bildiğim, hiçbir eğriliklerini bugüne kadar görmediğim arkadaşlardır bunlar.
- Ama mesela
Eruygur Paşa'nın kendi el yazısıyla 7 Temmuz'da "dehşet günü" planladığı iddia edildi.
Bunları kim yazmış? Bunların gerçekte olup olmadıkları bile belli değil. Herhangi biri de yazıp o dosyanın içine koyabilir. Bu bile insanın aklına geliyor. Ve bunların akla gelmesinden dahi ıstırap duyuyorum. Çünkü hukuk herkese gerekli olan bir şey; hukuk olmazsa devlet olmaz, devlet olmazsa hiçbir şey olmaz. Düşünsenize bunların
gazetelerin ellerine geçmiş olması vatandaşta nasıl düşünceler yaratır? "Kendilerine göre belgeler çıkarıp yargıyı etkilemek için bunları yayınlıyorlar" veyahut da "Yargı siyasallaşmış, bunlara vermemesi gereken belgeleri veriyor." İnsanların aklına bunlar gelir, bunlar gelince de o yargıya vatandaşın saygısı kalmaz. Oysa Türk adaletiyle ilgili bugüne kadar böyle bir duruma hiç gelmedik. Ben onun için şoktayım zaten. Yani inanın hiç bugüne kadar Türk yargısının, Türk adaletinin böylesine tartışma konusu yapıldığı bir ortamı yaşamadık bu ülkede biz.
BİR YANDAN YIKIP, BİR YANDAN BAŞKA DUVAR ÖRÜYORLAR
- Oysaki bu dönem için şöyle de söyleniyor: "Bir devrim", "Artık
darbeciler de yargılanabilecek", "Türkiye'nin
demokratikleşmesinde bir dönüm noktası"...
Hiç ilgisi yok, böyle demokratikleşme olmaz. Bir yandan siz demokrasinin bazı
duvarlarını yıkacaksınız, öbür tarafta ben buradan çıkardığım taşlarla, tuğlalarla bu tarafa duvar örüyorum diyeceksiniz... Böyle saçma şey olmaz. Yargının hükmünden önce ben gazete sayfalarında suçu ve suçluyu okuyorum. Bu nasıl bir demokrasidir?
- Kimileri de bu
soruşturma için "rövanş" diyor, ona katılır mısınız?
Bilmiyorum, tabii ama o biraz kuvvetli bir olasılık gibi gözüküyor. Bu zamanlama vs. belki tesadüftür, ancak halktaki yaygın kanaat bir siyasi hınç alma olduğu... Tabii burada hiç kimsenin aklına da şu gelmemeli: Bu ülkede hukukun suçlu bulduğu herhangi bir kişinin, yine hukukun kuralları içersinde ceza almasına hiç kimse
itiraz etmez, edemez. Ederse de eğer devletine saygısı yoktur.
- Ama yeter ki emin olalım diyorsunuz.
Evet, yeter ki emin olalım ve hukuk kendi kuralları içersinde işlesin. Ama hukuk hiçbir zaman böylesine kurallarının dışına çekilmeye çalışılmadı. Adalet hiçbir zaman böylesine hırpalanmadı. Bu şekilde sağa sola çekilip, kendi tabii seyrinden saptırılmaya uğraşılmadı.
DOSYASI OLAN SİYASETÇİLER NİÇİN YARGILANMIYOR?
- Şimdi size özellikle AKP kanadından sorulacak olsa, "Bizim bu soruşturmaya müdahil olduğumuzu Paşam nereden çıkarıyorsunuz" diye; ne olur yanıtınız?
Olaylar gözümüzün önünde oluyor, benim ayrıca bir delil sunmama gerek yok, derim. Ve ben size bir şey daha söyleyeyim: Bu ülkede çok
küçük bir suç işleyen polis, jandarma dahi tutuluyor, yakalanıyor, hâkimin karşısına çıkarılıyor. Ama öbür tarafta vatandaş soruyor; demokratikleştiğini savunan bir ülkenin
Meclisi'nde, haklarında çok ağır suçlara dayalı, yüz kızartıcı soruşturma dosyaları varolan kişiler,
dokunulmazlık denen bir garip zırhın içersine bürünmüş, her türlü hukuki işlemden korunmuş bir vaziyette yaşamlarını nasıl devam ettiriyorlar diye... Böyle bir demokrasi düşünemeyiz diyor çoğu insan. Böyle birbirinden çok farklı hukuk uygulamasının olduğu bir yerde demokrasiden söz etmek bana da biraz zor geliyor.
- Ancak adı geçen paşalar 2003-2004'te görevdeyken de
Hükümet olaya el koymaktan kaçındı; orada da bir tür dokunulmazlık olabilir mi?
Hayır, eğer paşaların dokunulmazlığı varsa Ethem Paşa (Ethem Erdağı) burada kolordu komutanıyken nasıl mu
hakeme edildi, yargılandı, ceza aldı? Nasıl oluyor bu?
SİYASET BÜYÜK BİR SORU İŞARETİ OLUŞTURDU
- Peki, sizce hükümet niçin bu paşalar görevdeyken harekete geçmemiş olabilir?
Belki Silahlı Kuvvetlerin olası bir tepkisi,
toplumsal bir sıkıntının yaratılmaması vs. gibi şeyler düşünülmüştür, ama bunların bana göre bir inandırıcılığı yok. Çünkü yaşanmış örnekleri var.
- Yani siz gerekiyorsa görevdeyken de soruşturma açılabilirdi diyorsunuz?
Eğer siyasetin herhangi bir etkisi olmaksızın, hukuksal alanda yaptığı değerlendirmeyle, elindeki delillere, belgelere dayanarak yargı, "Artık benim bu insanları alıp, bunların ifadelerine de başvurmam gerekir" noktasına geldiyse, buna saygı duymaktan başka yapılacak bir şey yok.
- Ama siz tam böyle olduğuna şu anda güven duymuyorsunuz?
İşte orada büyük bir soru işareti var maalesef vatandaşların kafasında ve o soru işaretini yaratan da bu siyasettir.
- Sizce bu soruşturma bir genelkurmay başkanına kadar gidebilir mi, teamüller buna izin verir mi?
Tahmin ediyorum yargının böyle bir iddiayı ortaya atabilmesi için elinde çok kesin kanıt olması lazım. Eğer tartışma götürmeyecek kadar çok kesin bir kanıt varsa elbette gider.
ALLAH KORUSUN, YUGOSLAVYA DEĞİL, LÜBNAN OLURUZ
- Türkiye'nin içinden geçtiği bu sıkıntılı dönemde patlak vermesinden korktuğunuz herhangi bir tehlike var mı?
Toplumun ayrışması ve
Allah korusun bir iç kargaşa çıkması, çeşitli düşünce gruplarının tahrikleri sonucu ülkenin içinden çıkılması çok daha zor bir duruma sürüklenmesi...
- Ne kadar yakınız böyle bir tehlikeye?
Şu an oldukça uzaktayız, böyle bir ortamın hemen dibinde değiliz, ama tehlike de yok değil. Bu tehlike ilerisi için var.
- Bu konuda bazıları
Yugoslavya örneğini verirken bazıları da "Yugoslavya bile iyi, asıl
Lübnan oluruz" diyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Eğer önlemler zamanında alınmazsa, bu toplumu bugünkü ayrışmalarından çıkarıp, ulusal özgüven yeniden tesis edilmezse, kurumlar arasında
diyalog sağlanmaz ve eğer bu
krizler birbiri ardına devam ederse bu durumdaki bir ülkenin normal olarak benzeyeceği yer bence de Lübnan olur. Bildiğiniz gibi Lübnan Ortadoğu'nun sürekli kanayan yaralarından biri. Bir ara durulur gibi oluyor, sonra ortalık yine karışıyor. Ancak, başta da arz ettiğim Türk ulusunun o engin basireti, sağduyu ve vatanseverliğinin buna izin vermeyeceğine inanıyorum.
MECLİS'TE BİR "ÇÖZÜM GRUBU" OLUŞTURULSUN
Türkiye'yi bu kriz noktasından ne çıkarır dendiğinde, kimi çare olarak erken seçimi gösteriyor, kimi gündemdeki bütün davaların mutlu sonla bitmesi gerektiğini söylüyor, kimi de kurucu meclis kurulsun diyor, vs... Edip Paşa'nın de bir çözüm
önerisi var. Şimdi o öneriyi Başer'in ağzından aynen aktarıyoruz:
"Bu öneri bazılarına çok saçma görünebilir, hatta bazılarına hukuk dışı da görünebilir, ama bence Meclis'teki siyasi partilerin belirleyeceği, Cumhuriyet'in değerleriyle kavgalı olmadığına kamuoyunun da güvendiği, aralarında anlayış birliği sağlanabilecek, halk üzerinde de olumlu etki bırakan milletvekillerinden bir 'Çözüm Grubu' oluşturulmalı. 15-20 kişilik dar bir kadro olabilir. Acaba böyle bir grup Hükümet'e ve Meclis'e daha ivedi bazı hareket tarzları üretebilir mi? Toplumun tüm kesimleriyle
iletişim kurarak, akil adamlara danışarak, Türkiye'yi dalgalı denizin öbür tarafındaki sakin sulara ulaştıracak rotaları belirlemeye
yardımcı olur mu? Tamamen Hükümet'e ve
Başbakan'a yardım amaçlı ve süresi sınırlı, yetkileri kısıtlı bir grup bu badireyi atlatmamıza, Hükümet'in yükünü hafifletmeye yarar mı? Bence bunu düşünmekte, tartışmakta fayda var."
GÜNLÜKLERİ HİÇ OKUMADIM
- Özden Örnek'e ait olduğu söylenen günlük yayınlarını okudunuz mu?
Hayır, hiç ilgilenmeye değer görmedim. Vaktimi doğruluğu kanıtlanmamış bir şeyi okumak için harcamayı pek arzu etmedim.
- Yalnız paşaların çoğu oradaki iddiaları açık bir ifadeyle yalanlamadı; bunu nereye koyacağız?
Onu da onların önüne koyacağız o zaman. (Gülümsüyor)
- 30
Ağustos'la ilgili bir tereddüdünüz var mı?
Zannetmiyorum.
- Türkiye'deki bu dalgalanmayı ABD'nin olası bir
İran operasyonuna bağlayanlar var; sizce doğru olabilir mi?
Yani bu iddiaya göre
Amerika "Üstlerinizi verin" dediğinde sesini çıkarmadan verecek, sözü dinlenmez bir Türk ordusu mu isteniyor?
Hayır, Türkiye bu kadar önünü görmeyen, bu kadar kendini bilmezlerin elinde olamaz. Ben buna ihtimal dahi vermem.
ASKER HİÇBİR ZAMAN DARBE YAPMAK İSTEMEZ
- Az önce saydınız, siyaset dört alana girmesin dediniz. Ancak şöyle de bir eleştiri var: "Asker de siyasetin alanına girmesin..."
Türk ordusu tarihinin hiçbir döneminde ihtilal özlemi içersinde olmamıştır. Yani akşamdan yatarken yarın sabah nasıl erken kalksam da şöyle
temiz bir ihtilal yapsam diye bir düşünce hiçbir zaman Türk ordusunun komutanlarının aklının ucundan, hayalinden dahi geçmemiştir.
- Peki, nasıl üç-dört tane oldu?
Bakın şimdi siz bana 12
Eylül diyeceksiniz, değil mi? Ama ben de size hemen şunu sorarım: Bana biraz 11 Eylül'den bahseder misiniz? Gençlerin ya sağ ya da sol kutupta ayrıştığı, birbirine düşman gözüyle baktığı ve savaştıkları o günlerden... Mevcut hükümet bu kaosu önleme noktasında herhangi bir şey yapamıyor, yapma şansını kaybetmişti. Ya bırakacaksınız o kaos daha derinleşerek ya da bir yerde "Durun bakalım" diyeceksiniz, bir hakem görevi yapacaksınız. Silahlı Kuvvetler her seferinde böyle bir hakem görevini üstlenmek üzere araya girmiştir.
DARBEYİ SAVUNMAK KİMSENİN HADDİ DEĞİLDİR
- Yani beceremeyen hep siyaset mi olmuş?
Bakın, krizler bütün ülkelerde olur. Bugün en güçlü ülke dediğimiz Amerika'da dahi krizler oluyor. Ama bütün demokrasilerde bu krizler hafif sallanmalarla atlatılır. Siyaset kurumu öyle
tedbirler alır ki bir rüzgâr bir daha o sallantıyı yapmaz.
- Bizde?
Bizde öyle değil. Bizde iş orada tıkanıyor, hükümetin alabileceği herhangi bir tedbir kalmıyor ve deprem de şiddetini giderek 7'ye, 8'e kadar çıkarıyor. O kontrolsüzlüğün yüzünden gencecik yavrular ölüyor üniversitelerde, anne babalar ve tüm ulus acılar çekiyor.
- Ama darbeden sonra da işkencede öldüler; ne fark etti?
Haklısınız, zaten ben de darbeyi savunuyor değilim. Sakın yanlış anlaşılmasın. Darbeyi savunmak hiç kimsenin haddi de değildir hukuku da değildir. Darbeyi savunmak abesle iştigaldir. Benim söylemek istediğim sadece TSK'nın darbe yapma meraklısı olmadığı. Darbe gibi işkenceyi savunmak da elbette mümkün değildir. Ancak, belirli sayıda görevli insanların yanlışlarından dolayı devleti ve onun kurumlarını karalama ucuzluğuna da kimse sapmamalıdır.
İşkence insanlık suçudur. Yapanlar hakkında hüküm vermek de yine bağımsız yargıya düşer.
TSK, LÜBNANLAŞMAYA DA İZİN VERMEZ
- Peki şimdi bir darbe havası görüyor musunuz?
Öyle bir tavır da görmüyorum, öyle bir hava da görmüyorum. Ama bir de öbür tarafta unutmamamız gereken bazı gerçekler var. Az önce konuştuk, Allah korusun ama eğer bu sorunlar çözülmez ve böyle devam ederse Silahlı Kuvvetler Türkiye'nin Lübnan olmasına izin verir mi vermez mi? Açık söyleyeyim, ben vermeyeceğini düşünürüm.
- Yalnız bir iddia da şu:
Ergenekoncular ortamı adeta Lübnanlaştıracak, böylece TSK
yönetime el koymak zorunda bır
akılacak. Böyle bir iddia nasıl geliyor kulağınıza?
Yargıdaki bir konu olduğu için fazla bir şey söylemek istemiyorum, ancak bu ülkede hiç kimse bana harp okullarından
mezun olmuş, orduda en az 38�40 yıl
hizmet görmüş ve ondan sonra
emekliye ayrılmış herhangi bir Türk generalinin bu ülkeye
ihanet niteliğinde olabilecek o saydığınız türde eylemlerin içersinde olabileceğini söyletemez. Eğer bir kişinin istisnai olarak böyle bir durumun içinde olduğuna dair yargı kesin kanaat edinmişse, onun da cezasını elbette verir, o ayrı bir mesele.
- Öyle bir şey varsa bundan acı duyar mısınız?
Hem de çok büyük acı duyarım, çünkü hiç ihtimal vermediğim bir şeydir. Hayır, kesinlikle öyle bir kanım yok benim, ama dediğim gibi, işin bu yönü yargıyla ilgilidir.
GENÇ SUBAYLARDAN SIKINTI OLMAZ
- "Genç subaylar" faktörü ordu içersinde ne kadar güçlüdür?
Elbette
genç subaylardaki tepki daha rütbeli subaylardan çok daha yoğun olacaktır, ama komutanları onları gerekli şekilde sakinleştirirler. Bilirler onun yolunu yöntemini, durumu gerekli şekilde izah ederler. Böyle bir sıkıntı olacağını ben hiç sanmıyorum.
- Peki çok tepkililer mi?
Gerçekten o konuda hiçbir araştırma yapmadım, ancak olup bitenlerden elbette TSK'daki arkadaşlarımızda fevkalade rahatsız oluyorlardır. Ben olsaydım çok büyük rahatsızlık duyardım.
İLKER PAŞA AK DİYORSA AKTIR, KARA DİYORSA KARA
- Başbakan' la
Kara Kuvvetleri Komutanı'nın görüşmesinde mutabakata varıldığı şüphesinin doğmasına ne diyorsunuz?
Kanımca bir komutan, hele de bir buçuk ay sonra genelkurmay başkanı olacak bir komutan, eğer bu
siyah diyorsa siyahtır, bu beyaz diyorsa beyazdır. Onun artık tartışmasını yapmak bana göre fevkalade yanlış olur. Böyle bir şey konuşmadık diyorsa konuşmamışlardır. Öte yandan, normal bir hukuk devletinde Başbakan kimin, ne zaman gözaltına alınacağını nasıl bilebilir ki, onu kuvvet komutanıyla konuşsun?
- Genç subayları sorduk, bir de Reuters'a göre "yaşlıları" soralım. Emekli bir paşanın gücü nedir; ordu içini idare edebilir mi?
Hayır, öyle bir şeyden söz etmek bugün TSK'da mevcut olan komutanları yok saymak demektir.
ERGENEKON ADI YANLIŞ SEÇİLDİ
-
Orduda görev yaptığınız süre boyunca hiç "Ergenekon" adını duydunuz mu?
Tabii ki duydum, Türk'ün varoluş destanının adı.
- Ama şimdi MİT ve Emniyet "
terör örgütü" diyor?..
Maalesef o noktaya kadar geldi, bilmiyorum bu bilinçli mi yapılıyor. Böyle bir şeyin olmasına ihtimal vermemekle beraber tabii yargının kararına saygı duyacağız. Ama bu noktada tamamen farklı bir şey söylemek istiyorum: Genç lise öğrencilerine "Töre nedir" dediğinizde "
cinayet" diyorlar. "Ergenekon nedir" diye sorduğunuzda "çete" diyorlar. Şimdi de "
terör örgütü" diyecekler. Neden böyle düşüncesizce kullanıldı bu isim, milletin hassas bir noktası neden ihlal edildi bilemem, ama fevkalade yanlış yapılmıştır.
ASKERİ KORUMA GÖREVİ HÜKÜMETİN
- Bu soruşturma halkın gözünde TSK'nın konumunu sarsmış olabilir mi?
Milletin zihnindeki Silahlı Kuvvetlerle ilgili düşüncelerde bazı sarsıntılar yaratabilir. Ama sonuçta demin dediğim gibi bu milletin sadece vatanseverliği değil, bunun yanında engin basireti, sağduyusu, engin hoşgörüsü var. Bütün bunlarla kısa zamanda doğruları bulur ve o Silahlı Kuvvetlerin kendi ordusu olduğunu, kendi evlatları olduğunu, kışta kıyamette kendi güvenliği için görev yaptığını bilir.
- Ya peki Dağlıca? Sonuçta bu insanlar çocuklarını gönderiyorlar. O olay bir kırılma yaratır mı?
Doğruluğu kanıtlanmamış bilgileri böylesine dehşet senaryoları şekline sokup kamuoyunun bilgisine sunmak çok büyük hatadır. Olur mu öyle şey? Yani terörle uç uca, göğüs göğse,
burun buruna yaşanan bir uç birlikte böyle bir tedbirsizlik olabilir mi? Ayrıca bütün bunların detayındaki bilgilere ben sahip değilim, medyadaki arkadaşlar nasıl sahip oluyorlar, bu gizli bilgileri nereden elde edip, üzerine senaryolar kuruyorlar, bunu da anlayabilmiş değilim. Ama şunu kesin olarak bilmek lazım ki hiçbir yerde bir tek vatan evladının dahi burnunun kanamasını hiçbir komutan arzu etmez. Bırakın şehit olmasını, yaralanmasını, burnunun kanadığını görünce kendi yüreği kan ağlar. Çünkü onların hepsinin kendisine ana babalardan emanet olduğunu bilir, o bilinçle görev yapar o komutanlar...
- Ya yine de halk askere güvenini yitirirse?
Bu çok tehlikeli olur, ama işte burada askeri koruma, askerin gerçekten ne yapmaya çalıştığını, niçin yaptığını topluma doğru olarak anlatma görevi yine siyasetin görevi, yine medyanın görevidir.
ORTAM DİNLEME CUMHURİYET'İ HEDEF ALANLARIN İŞİ
- Ordunun içinde ortam dinleme, belge sızdırma vakalarının artması neyi gösteriyor sizce?
Cumhuriyet'e yönelik art niyet besleyenler için en büyük engel TSK'dır. Dolayısıyla TSK'yı yıpratmak adına her türlü hainliği mevcut teknolojiyi en ince detayına kadar kullanarak yapmaya çalışanlar var.
- Peki, içeri nasıl sızmışlar?
Yıllık istatistiğe göre diyelim A alanında bin kişiden bu şekilde suçlara karışmış yirmi kişi çıkıyorsa, TSK'da bu rakam binde bir veya birin de altındadır. Kaldı ki şunu unutmamak gerekir ki, TSK'yı da bu ulusun insanları oluşturmaktadır.
- Son zamanlarda vakalar niçin arttı peki?
İzleme için eldeki
teknik olanaklar gelişti. Şimdi artık bu olanaklarla daha yoğun bir alan taraması Silahlı Kuvvetler'de yapılabiliyor demek ki.
- Şu da söyleniyor: Ordunun içersinde liberal ve demokrasiden yana olan kanat var, bu bilgileri onlar sızdırıyor.
Bana göre ilgisi yok. Ben öyle bir liberallik öyle bir demokratlık bilmiyorum. Onu anlamam, kabul etmem mümkün değil.
ETTİĞİNİZ YEMİNE SADIK KALIN
Edip Başer'in, krizden çıkmak için bir "yapılması gerekenler" listesi var. İşte o listeden maddeler:
1- Hiçbir toplumsal kriz zıtlaşmalarda ısrar ederek aşılamamıştır. Dünyada bunun örneği yok. O zaman önümüzdeki görev belli. Toplumsal anlayışta ve Cumhuriyetin temel niteliklerine bakışta açılan yaraları süratle kapatmamız gerekiyor.Bunun da asgari koşulu milleti temel, müşterek bir hedefte birleştirmektir. Milleti motive ederek, doğru istikamete bakmasını sağlamaktır. O istikamette ne vardır? Orada sağlıklı işleyen bir demokrasi ve sağlıklı işleyen bir hukuk düzeni vardır.
2- Bu kriz ortamının sorumlusu vatandaş değil. O nedenle mevcut bunalım ortamından çıkaracak ve ortak hedefler konusunda toplumsal mutabakatı sağlayacak olan siyaset kurumu başta olmak üzere medya,
sivil toplum örgütleri ve aydınlarımızdır.
3- Eğitim, din, yargı ve güvenlik alanlarında tabii ki yönetim icra sorumluluklarını siyaset yerine getirecektir, ama bunun dışında götürüp siyaseti bu kurumlara hiçbir şekilde sokmamalıdır.
4- Bu sıkıntılı süreçten daha fazla yara almadan çıkabilmek için Anayasamızın sorumlu kıldığı makam sahiplerinin gecikmeden çözüm üretmeleri gerekir. Anayasanın sorumlu bulduğu makam sahipleri de yine Anayasa'da bellidir.
5- Bir ülkede en tehlikeli şey ise adalete güvenin azalması veya yok olmasıdır. Bugün bu tehlike hemen hemen kapıdan içeriye girmiş durumdadır. Siyasetin ve medyanın bu güveni zedeleyici unsur olmaktan hızla uzaklaşması gerekmektedir.
6- Ümitsiz olmayacağız. Türkiye bu sorunları olabildiğince demokrasi içersinde aşacaktır ve ondan sonra da kendisini demokrasi yolunda süratle gelişme içersine sokacaktır. Buna inancımızı kaybetmememiz gerekiyor.
7- Sonuçta ben bir vatandaş olarak sorumlu makamlarda oturanlara şunu söylemek istiyorum:
Ulusu bu kargaşa ve ayrışma ortamından çıkartmak için ettiğiniz yemine sadakatle görevinizi yapın. Yapmayacak ya da yapamayacaksanız da terk edin.
3N+1K: DOKTORALI BİR ORGENERAL
KİM:Emekli Orgeneral Dr.
Halit Edip Başer,1942 yılında Gaziantep'te doğdu. Aslen Sivaslı. 1961'de Kara
Harp Okulu'ndan, 1963'te Piyade Okulu'ndan, 1972'de Kara Harp Akademisi'nden mezun oldu. 1986'da Tuğgeneralliğe, 1990'da
Tümgeneralliğe
terfi etti. Tümgeneral rütbesi ile Genelkurmay
Plan Harekât Daire Başkanlığı, Kara
Harp Okulu Komutanlığı, Başbakan Askeri Danışmanlığı görevlerini yürüttü. 1994 yılında Korgeneralliğe terfi ederek 3'ncü
Kolordu Komutanlığı görevinde bulundu.1998'de Orgeneralliğe terfi etmiştir. Bu rütbe ile NATO
Güneydoğu Avrupa Müttefik
Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve Genelkurmay 2'nci Başkanlığı görevlerini yürüttükten sonra 2001'de 2'nci Ordu Komutanlığına atandı.
30 Ağustos 2002 tarihinde ise TSK'dan emekli oldu. Bir NATO uzmanı olan Başer'in askerlik döneminde Atatürkçülük üzerine yaptığı mastırı ve bir de Atatürk'ün 1920'ler sonrasında Batı
Trakya konusunda izlediği dış politikalar üzerine doktorası var. Başer, emekli olduktan sonra da ABD'nin Eski NATO Başkomutanı Emekli Orgeneral Josep Ralston'la eş zamanlı bir biçimde Terörle Mücadele Koordinatörü olarak atandı. "PKK'yı muhatap alan bir misyonun parçası olmam" diyen Başer, yedi ay sonra bu görevden alındı. Halen
Avrasya Stratejik
Araştırmalar Merkezi Yönetim Kurulu Başkanı ve Yeditepe Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılâpları Enstitüsü Müdürü. Hülya Başer'le evli olan Edip Paşa, iki çocuk babası.