Geçtiğimiz haftaya damgasını vuran gelişme,
Kafkaslardan geldi.
Gürcistan’ın
Güney Osetya’ya hücumu ve Rusların karşılık vermesi,
New York’tan
Paris’e, oradan
Moskova ve
Ankara’ya kadar başkentleri yaz uykusundan uyandırdı. Tam bu sırada
Erdal Şafak’ın “
Türkiye ne yapabilir?” (”
Sabah”, 10
Ağustos 2008) başlıklı köşe yazısına rastladık.
Yazıda, zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel’in, 1999’da
İstanbul’da düzenlenen
AGİT zirvesinde söyledikleri gündeme taşınıyor ve Demirel’in uluslararası örgütlerin temsilcilerine bir çağrıda bulunduğu dillendiriliyordu: “Gelin, Kafkaslar için İstikrar Paktı kuralım.” Şafak, yazısının sonunda bu çağrıyı bugünkü
siyasetçilerimize hatırlatıyor ve Türkiye öncülüğünde “uluslararası bir Kafkas konferansı” düzenlenmesi teklifinde bulunuyordu.
Şafak’ın çağrısının yankısı çabuk geldi.
Başbakan Erdoğan,
Balkan İttifakı benzeri bir “Kafkas İttifakı” kurulmasından yana olduklarını söyledi ve bu öneriyi Moskova ve Tiflis’te yineledi. Böylece Türkiye, çevresindeki olaylara yapıcı katkılarda bulunacağı yolunda aktif bir sinyal vermiş oldu.
Balkan İttifakı denilince akla 1993 yılı geliyor ama elbette bunun öncesi vardı. Şimdi herkes
Atatürk’ün 1930’ların başlarındaki girişiminden söz edeceğimi sanacak ama ben biraz daha eskiye gidip bilinmeyen bir
ittifak girişiminden söz edeceğim.
Yıllardan 1908’dir, temmuz bir samyeli gibi esmeye hazırlanıyordur Devlet-i Osmaniyye’nin sathında. Sultan II.
Abdülhamid, bir yandan Reval’de
Osmanlı’nın paylaşıldığı safsatasıyla kandırılan Jön Türkler’in bir
bardak suda kopardıkları fırtınayı dindirmek, öbür yandan da
İngiltere-
Fransa-
Rusya ittifakının çemberinden kurtulmak için
Balkanlar’ı güvenceye alacak bir karşı atağa kalkar. Amaç, fitili ateşlenmiş bir saatli
bomba halindeki Balkanlar’ı yatıştırmak ve bölgeyi, bazı tavizler karşılığında da olsa dış güçlerin nüfuzuna kapatmaktır.
Bu iş için süngü gibi bir diplomat lazımdır. Balkan ülkeleri yöneticilerini yakından tanıyan, aynı zamanda Padişahın da pek güvendiği Paris Büyükelçisi Salih Münir Paşa ilgili ülkelere giderek bir Balkan İttifakı’na imza atacaktır. Bu, Avusturya’ya Sancak Demiryolu imtiyazını vererek İngilizler, Fransızlar ve Rusların planlarını suya düşüren Abdülhamid’in oynayacağı son diplomatik oyun olacaktır.
Aşağıda bu oyunun aktörü Salih Münir Paşa’nın (sonradan Türkiye’ye dönerek “
Çorlu” soyadını alacaktır) hatıralarından yapacağım alıntılarla sebebini yazının sonunda anlayacağınız başarısız ittifak girişimine eğileceğiz.
Abdülhamid, Münir Paşa’yı İstanbul’a çağırıp yeni görevinin İstanbul’a hücum etmeye niyetlenen Bulgarları durdurmak olduğunu söyler. İlk iş olarak
Bulgaristan Prensi Ferdinand’la görüşen Paşa, ardından diğer devletlerin yetkili zevatıyla görüşür ve şu karara varır ki, Bulgarlar Balkanlar’da yalnızdır ve eğer bir Balkan İttifakı kurulursa Bulgar tehlikesi önlenebilir, hatta sonunda Meşrutiyet’in ilanına varacak olan
Makedonya’daki karışıklıklar bile durdurulabilir. İzlenimlerini Padişah’a aktaran Salih Münir Paşa, bu defa ittifakı kurmakla görevlendirilecektir.
Münir Paşa önce
Romanya ve
Sırbistan’a gider ve onlarla
anlaşma sağlar. Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim:
“1908 senesi ortalarında bir gün Paris’teki
Yunan sefiri Deli Yani geldi,
Atina’dan aldığı mahremane bir telgrafnameyi bana tebliğ etti. Hasıl olan netice hakkında memnuniyet beyan ediliyor ve Atina’ya ziyaretimin beklendiği bildiriliyordu. Atina’ya gittim. Teotoki Başbakan, Baltacı
Dışişleri Bakanı idi. Onlar ve Kral Corc beni neşeyle ve iltifatlarla kabul ettiler. Resmi ziyaretlerden sonra Kral beni Atina civarındaki köşküne davet etti. Romanya ve Sırbistan’la ne gibi şartlarla anlaştığımı kendisine arz ettim. Tasvip etti.
Ertesi gün de Yunan Başbakanı ve
Dışişleri Bakanı’yla buluştuk. Bunlar da Kral gibi ittifakın pek istekli taraftarlarıydı. “Romanya ve Sırbistan ile bir kütle teşkil edersek nüfuzlarımız artar. Doğuda barışı muhafaza ederiz.” diyorlardı. Nihayet iyi niyetle müzakereye giriştik.
Yunanistan’ın icabında bize nasıl ve ne surette askerî yardımda bulunacağı ve bizim de karşılık olarak neler yapacağımızı kararlaştırdık. Yalnız
Girit meselesi hakkında bir hal çaresi bulmak gerekiyordu. Tekrar Kral ile görüştüğümde bana şöyle bir teklifte bulundu: “Oğlum Prens Corc’u size vereyim. Osmanlı uyruğuna girsin. Siz de onu Girit’e Hıdiv
tayin edin. Paşa yapın. Böylece Girit’i de “Corci Paşa” marifetiyle idare ediniz”. Böylece biz de Yunanistan’ı Bulgarların kucağına düşmekten koruyacaktık.
Kral ve diğerleri ile aramızda geçen sözleri raporuma koyarak Babıali’ye bildirdim. Lakin az zaman sonra Meşrutiyet inkılabı vuku buldu.
Tevfik Paşa’dan haber aldığıma göre ne o zamanki bakanlar, ne de İttihatçılar beyhude gösterilerle meşgul olduklarından raporumu okumaya vakit bulamamışlar! Heyhat!”
Heyhat! Bu değerli fırsat kaçmıştır. Çok değil, 4 yıl sonra patlayacak Balkan Savaşları’yla Osmanlı çınarının yarısının gövdeden nasıl çatır çatır koptuğunu görenler, Abdülhamid’in akim kalmış Balkan İttifakı girişiminin değerini kavrayacaklardı ama nafile!
Yaptığı her şeyin tersini yaparsak doğruya ulaşırız gibi bir mantıkla hareket eden İttihatçılar, üstelik Balkan Savaşları’nda askerin içine siyaset fitnesini sokarak çöküşü hızlandırdılar. Dışarıdaki ittifaktan vazgeçtik, subayların İttihatçı-İtilafçı diye iki kampa ayrılmaları gerçeğini yaşadık. İşte Balkanlar’ı kaybedişimizin asıl sebebi bu aymazlıkta yatar.
Salih Münir Paşa’ya ne mi oldu? Meşrutiyet ilan olunduğunda
Bükreş’te diplomatik görüşmelerini sürdürüyordu ki, 24 Temmuz İnkılabı patladı. O günlerde Abdülhamid’in adamları, değerli değersiz demeden
tasfiye, hatta idam ediliyordu. Münir Paşa, Bükreş’ten Paris’e döndü ve görevinden ayrıldıktan sonra çekildiği köşesinde diplomasi tarihi hakkında 2 ciltlik bir kitap kaleme aldı. Öldüğü 1939 yılına kadar da yukarıdaki gibi üstü örtülen gerçekleri kamuoyuna duyurmayı vazife edindi. Açıktan olmasa da Abdülhamid’i savundu.
İlginç olan husus, Haziran 1934’te “
Cumhuriyet” gazetesindeki yazı serisini, Atatürk’ün Balkan İttifakı girişimlerine tarihî bir arkaplan çizmek için kaleme almış olmasıdır. Bir bakıma Atatürk’e, Abdülhamid’in yolundan gidersen doğruyu bulursun demek istiyordu.
Biz başka bir şey mi söylüyoruz?
MUSTAFA ARMAĞAN/ZAMAN