Demokrat Parti'nin 1950' de
iktidara gelişiyle, 27
Mayıs 1960'ta askerî
darbeyle yıkılışı arasında geçen dönemde yaşananların bugüne yansımalarını ele aldı.
İlk kez demokratik kurallara göre yapılan
seçimde iktidarın el değiştirmesini 'demokratik devrim' olarak değerlendiren Gürgür, darbenin de
Cumhuriyet döneminde kışladan ilk çıkış özelliği taşıdığını vurguluyor. "14 Mayıs ve
27 Mayıs'ta cereyan eden gelişmeler, bunları hazırlayan faktörler layıkıyla bilinmeden, doğru algılanmadan günümüzdeki olayları anlamlandırmak mümkün olmaz." diyen Gürgür, iki topçu yüzbaşısının ihtilale karar verdiği 1954'teki
Türkiye fotoğrafını şöyle çekiyor: "Bu yıllar DP iktidarının
halk nezdinde itibarının zirvede olduğu, seçimleri büyük çoğunlukla kazandığı,
ekonomik, sosyal ve dış ilişkiler alanlarında ciddi atılımların yapıldığı bir dönemdir. Devlet-halk ilişkileri yukarıdan aşağıya inen direktifler, emirler yerine aşağıdan yukarıya ulaştırılan istekler, dilekler şeklinde yürümeye başlamıştır."
27 Mayıs'ta yapılan askerî müdahalenin başlıca mimarlarından Kur. Alb. Dündar
Seyhan, bu olaydaki yerini ve rolünü anlattığı "Gölgedeki Adam" isimli kitabında şunları yazıyor: "... 1954 sonbaharının bir
pazar gecesinde
uçaksavar okulunun
nöbetçi amiri idim.
Okulda her nöbetçi kalışımda, Kabibay, evi okul lojmanlarında olduğu için
akşam yemeğini benimle birlikte yerdi.
Sohbet eder, dertleşir, geç vakitlere kadar otururduk. O akşam yemeğinde beraberce sucuklu yumurta yerken, bir taraftan da her zamanki gibi, memleketin içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulma çarelerini konuşuyorduk.
... O gece ilk defa Kabibay'la ihtilâl konuştuk. İkimiz de akıbetimizi biliyorduk; fakat Türkiye için yapacağımız başka hiçbir şey kalmamıştı. Dedim ki: Boşuna
çene yürütüyoruz. Türkiye ancak aksiyon ile kurtulur. Bu aksiyonu gösterebilecek yaratılışta insanlar olduğumuzu zannediyorum. Bunun için gizli cemiyet lazımdır. Bir gizli cemiyet en az iki kişiden kurulur. Neden seninle bu cemiyeti teşkil eden iki kişi olmuyoruz? Kabibay ayağa kalktı... Elimi tuttu, birbirimize sarılarak öpüştük... Orhan Kabibay ile o gece sabahı etmişizdir. İhtilâle karar veren nihayet iki topçu yüzbaşısıydı."
Bazı subayların Türkiye'nin çıkmazda olduğu inancıyla hükümeti devirmeye karar verdikleri bu yıllar DP iktidarının halk nezdinde itibarının zirvede olduğu, 54 seçimlerini büyük çoğunlukla kazandığı, ekonomik, sosyal ve dış ilişkiler alanlarında ciddi atılımların yapıldığı bir dönemdir. Ancak Silahlı Kuvvetler içerisinde müdahale sürecini başlatanların hem
ülke şartları hem de DP iktidarına ilişkin farklı hükümleri vardır:
Ülke iyi yolda; ama asker darbe hazırlığında...
"Biz biliyorduk ki; Türkiye, 1954'te de yarı feodalite bir hayat yaşamaktadır. Derebeyi sisteminin kökü kazınmalıdır. Biz biliyorduk ki; Türkiye siyasi bir keşmekeş içerisindedir, bu kargaşalığı yaratan politikacıların kılavuzluğu artık sona ermelidir. Biz biliyorduk ki;
Atatürk inkılaplarına rağmen, Türkiye elân Ortaçağ karanlığındadır. Türkiye'nin elinden tutulmalı ve muasır
medeniyet seviyesine çıkılmalıdır. Ve biliyorduk ki; Türkiye'yi içerisinde bulunduğu çıkmazdan köhnemiş bir eski kadro kurtaramaz. Artık Türkiye'ye Atatürk'ün projektör kafasının ışığını almış, Türkiye'yi tanıyan ve Batı görgülü yepyeni bir
ekip lazımdır."*
Gerek Kabibay-Seyhan grubu, gerekse diğer darbe girişimcileri DP'nin, iktidara gelince ezanın
Arapça okunmasını yasaklayan yasayı değiştirmiş olmasının irticaya verilen esaslı bir taviz saymışlar ve tepkiyle karşılamışlardı. "İktidarın dini sömürme propagandası ezanla başlamış; ama ezanla bitmemiştir... Daha ilk günden başlayan ve gittikçe artan bazı tutumlar vardır ki bunlara bakarak geleceği
tayin etmek mümkündür."*
Darbe yapmayı amaçlayan cuntalar birbiri ardınca kurulup genişlerken yapılan genel seçimlerde DP 503,
CHP 31 milletvekili çıkarmıştı. DP'nin bu başarısının nesnel gerekçeleri vardı; ancak aydınların önemli bir bölümü gibi ülkenin kurtuluşunu darbe yapmakta gören ve bu amaçla
örgütlenenler nazarında CHP'nin iktidar dönemi tartışılmaz bir "
altın çağ"dı. Her şeyin son derece düzenli ve mükemmel cereyan ettiği, Türkiye'nin gelişmiş ülkeler düzeyine ulaşmasına ramak kaldığı bu mutlu dönem, niteliksiz ve beceriksiz taşralı politikacıların işbaşına gelmesiyle kesintiye uğramıştı. Bu tarihî yanlışın düzeltilmesi onların vatan ve namus görevleriydi. Oysa rakamlar farklı bir tablonun varlığını gösteriyordu. Türkiye'de 14 Mayıs'tan sonra önemli değişimler yaşanıyor, bunlar doğrudan
toplum hayatına yansıyordu. "Siyaset ilk defa halka götürülmüştü. Devlet-halk ilişkileri yukarıdan aşağıya inen direktifler, emirler yerine aşağıdan yukarıya ulaştırılan istekler, dilekler şeklinde yürümeye başlamıştır. İdare,
zabıta ve jandarmanın özellikle köylerdeki ağırlığı, baskısı ve
kanun dışı şiddet hareketleri birden silinmiştir. Köy kendi içinden lider, söz sahipleri yaratmıştır. Böylece halk, kendini bir nevi siyasî insan olarak hissetmiştir... Hülasa ülkede halka ve halkın ağırlığına doğru bir siyasî eğilim meydana gelmiştir, bu da, halk içinde eğitim ilerledikçe ve okur yazarların sayısı arttıkça Batı anlamında halkçı ve
demokrasiye doğru bir yönelimi elbette getirecektir."*
Türkiye için büyük atılım yılları
14 Mayıs'tan sonra başlatılan ekonomik atılımlarda, altyapı çalışmalarında ve dış politikadaki açılımlarda İkinci Dünya
Savaşı'nın uluslararası güç dengelerinin ve
Soğuk Savaş diye adlandırılan iki blok arasındaki mücadelenin önemli payını belirtmek gerekir. Sovyetler Birliği'nin yayılmacı politikalarından tedirgin olan ABD ve Batı, coğrafyamızın jeostratejik önemini görmüşler, Türkiye'yi yanlarına almaya karar vermişlerdi. 1952'de NATO'ya girmemiz bir yandan Sovyet tehlikesine karşı bir güvenlik şemsiyesi oluştururken, Silahlı Kuvvetler'imizin ihtiyaçlarının karşılanmasının,
modern bir ordu haline gelmesinin
lojistik desteğini sağlamıştır.
Savaştan sonra Truman Doktrini çerçevesinde verilen ekonomik yardımların, özellikle kırsal alanlarda
makine, teçhizat, tohumluk ve benzeri tarımsal desteklerde yararı olmuştur. Hava şartlarının da elverişli gitmesi sonucu 1953-1954'te Türkiye, dünyanın sayılı
hububat üreticisi ülkelerinden biri konumuna gelmiştir. DP iktidarı altyapı yatırımlarına ve
karayolu ulaşımına büyük önem verdi. 1950'ye kadar yüksek yükleme ve boşaltma kapasitesine sahip modern limanlardan, barajlardan, santrallardan mahrum bulunan, elektrik
üretimi son derece düşük düzeyde olan Türkiye, on yıl zarfında büyük atılımlar yaptı. 1950'd
e devlet bütçesinden yatırımlara sadece 260 milyon TL ayrılabilmiş iken, 1960'ta bu miktar 2 milyar 260 milyon TL'ye çıkmıştır. Ayrıca bu dönemde özel kesim yatırımlarıyla iktisadi devlet teşekküllerinin yatırımlarında da büyük artışlar olmuştur.
Yatırım hacmindeki bu artışlar
doğal olarak millî gelire doğrudan yansıdı. Gayrî Safî Millî Hasıla 1950 yılında 10 milyon TL iken 1960'ta beş misli artarak 50 milyar TL'ye yaklaşmıştır.
1950-1960 yılları arasında Cumhuriyet döneminin en yüksek nüfus artışının gerçekleşmiş olmasına rağmen, fert başına düşen millî gelirin düşmek bir yana, artmış olması ekonomik bir başarıdır. Bunun sonucu köylünün refahı artmış, ürünü para etmiş, yüzü gülmüştür. Kırsaldan şehre doğru başlayan akış, şehir nüfuslarını hızla artırmış, iş alanlarının genişlemesiyle şehirleşme hızlanmıştır. Bu hareketli dönemde muhalefet tıpkı cuntacı örgütler gibi olaylara dürbünün tersinden bakıyor, durumun ümitsiz olduğunu ilân ediyor, uygulanan politikaları şiddetle eleştiriyordu.
Yabancı Sermaye Kanunu'nun yürürlüğe girdiği 1954 ilkbaharında CHP Genel Başkanı İsmet
İnönü, iktidarı, vatanı
yabancılara satmakla suçluyordu. Çimento fabrikaları israf sayılıyor,
şeker fabrikalarının yapıldığı alanlarda
pancar yetiştirilemeyeceği iddia ediliyor dolayısıyla bu fabrikaların atıl kalacağı söyleniyordu.
Barajlar ve elektrik santralları da bu eleştirilerden nasibini alıyor, muhalefet sözcüleri üretilecek elektriğin kullanım alanının bulunamayacağını ve önemli bölümünün toprağa verileceğini iddia ediyorlardı. Bu görüşün sözcülüğünü yapan ve CHP'nin enerji uzmanı olarak tanınan bir politikacının ileriki yıllarda, 12
Mart döneminde, Nihat Erim kabinesinde
Enerji ve Tabii Kaynaklar bakanı yapılmış olması ilginç bir
tercihtir. Menderes'in doğrudan şahsi çabalarıyla
İstanbul ve Ankara'da o tarihe kadar görülmeyen geniş imar hamleleri gerçekleştirildi. İstanbul'da açılan
Vatan ve
Millet caddeleri, sahil yolu şehre adeta nefes aldırdı. Ankara'da
Ulus Meydanı ve çevresi Cumhuriyet'in başkentine yakışmayan mezbelelik görünümünden kurtarıldı.
Başbakan büyük heyecan duyduğu bu imar çalışmalarını bizzat yönetmiş, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte çalışma alanlarını dolaşmayı âdet edinmişti.
CHP ortalığı karıştırmaya başlıyor...
Bütün bu altyapı ve imar harcamaları için geniş kaynaklar gerekiyordu. Oysa bütçe imkânları sınırlıydı. Mevcut kaynaklar 50-54 arasındaki ilk dönemde harcandıktan sonra, ekonomik sıkıntılar hızla tırmanmaya başladı. Bu arada
Kore Savaşı'nın sağladığı elverişli konjonktürün etkisi kayboluyor, iklim şartlarının tersine dönmesiyle tarımsal üretim düşüyor, ihracat ciddi şekilde tıkanıyordu. 53'te 1 milyar 110 milyon olan ihracat, 58'de 628 milyon TL'ye düşmüştü. Rezervlerin tükenmesi sonucu
ithalata kısıtlamalar getiriliyor, Millî Korunma Kanunu gibi zecri önlemler alınıyordu. Ancak sosyo-ekonomik yapı hızlı bir değişim sürecine girmiş, insanlar teşebbüs kavramının anlamını keşfetmiş, yeni iş alanları aramaya yönelmişlerdi. Yükselen talep kapasitesini karşılayacak üretim ve ithalat olmayınca, enflasyon hızlanmaya başladı. Yasal önlemlere rağmen ithal malları sıkıntısının sonucu
karaborsa ve kuyruklar oluştu. 1955'ten itibaren dış borçlar arttı, ödeme güçlükleri başladı, enflasyon giderek yükseldi.
DP iktidarının bu sıkışık döneminde ABD, Türkiye'ye yardıma yanaşmadı. 280 milyon $'lık acil borç talebimizi geri çevirdi. Bu durumda devalüasyon yapmaktan başka çare kalmamıştı.
Hükümet 1
Ağustos 1958'de radikal tedbirlere yöneldi. Türk parasının değeri düşürüldü, dolar 9 Türk Lirası'na yükseldi; ana mallara zam yapıldı, ithal kotaları sistemine geçildi ve dış borçlar konsolide edildi. Alınan bu köklü tedbirler kısa zamanda etkili oldu.
Ekonomi tekrar rayına oturmaya başladı. Dolayısıyla mal sıkıntıları azaldı ve kuyruklar son buldu. Ekonomiyi rayına oturtmaya yönelik çabalarda olumlu sonuçlar alınırken, iç politikada 55'ten sonra başlayan karmaşa anormal şekilde yoğunlaştı. İktidar -muhalefet ilişkileri gerginlik sınırını aştı ve husumete dönüştü. 1957 seçimleri siyasî ve toplumsal bölünmeyi daha da hızlandırdı. DP'den ayrılıp
Hürriyet Partisi'ni kuran Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, Fethi Çelikbaş ve Turan
Güneş gibi isimlere bir süre sonra DP kurucularından Prof. Fuat Köprülü de katıldı. Partiden kopan bu grup CHP ile önce seçim
işbirliği yolunu denedi. Ancak mevzuat engeli buna imkân vermeyince DP'den ayrılanlar hesaplaşmalarını 57 seçimlerinden sonra doğrudan CHP saflarında sürdürmeyi tercih ettiler.
TÜRK OCAKLARI BAŞKANI, 27 MAYIS DARBESİNİ ZAMAN İÇİN YAZDI...
Mayıs ayının demokrasi tarihimizde özel bir yeri vardır. 14 Mayıs 1950'de Türk ve
İslam dünyasında bir "ilk" gerçekleşti; demokratik kurallara göre yapılan seçim sonucu iktidar el değiştirdi. 14 Mayıs seçimlerinin sonucu esas itibarıyla
yönetimde kendisinin de hakkının bulunduğunu gören çevrenin, yani toplumun geniş kesimlerinin, merkeze seçkinci bürokratik yönetim anlayışına
itiraz ve tepkisini açıklaması, ülke yönetiminde tarihsel olarak kendisinden ısrarla esirgenen rolü
sandık aracılığıyla elde etmesidir. Yurttaşlık sıfatına sahip bulunan, ancak yönetimde yer bulamayan milyonlarca insan, sunulan seçebilme imkânını etkili bir
silah şeklinde kullandı. Demokratik anlamda
sivil toplum yapılanmasından mahrum olan, dolayısıyla örgüt ve irtibat ortamı bulunmayan, önemli kesimi kırsalda yaşayan bir halk kitlesinin iradesini vakarla ve sükunetle ortaya koyması ve sonuca ulaşması kâmil anlamda "demokratik bir devrim"dir. 14 Mayıs'ta iktidara gelen DP, 27 Mayıs 1960'ta askerî darbeyle yıkıldı. On yıl arayla yaşadığımız bu iki olay, bir yandan Türkiye'nin siyasi yapısında köklü değişimlere yol açarken, diğer yandan ekonomik, sosyal ve kültürel hayatı doğrudan etkiledi. 14 Mayıs ve 27 Mayıs'ta cereyan eden gelişmeler, bunları hazırlayan faktörler layıkıyla bilinmeden, doğru algılanmadan günümüzdeki olayları anlamlandırmak mümkün olmaz. Bu açıdan 27 Mayıs'taki askerî müdahalenin yıllar öncesinden başlayan
hazırlık safhasını, bunların siyasi olaylarla ve çevrelerle ilişkilerini, girişim aşamasında kalan aradaki atakları hatırlamakta yarar var.
NURİ GÜRGÜR- ZAMAN GAZETESİ
(*) Dündar Seyhan, Gölgedeki Adam, syf. 45