KEMAL GÜLEN
Rutin haftalık sohbet programlarımızın birinde, “Şühur-u Selase boyunca bir kitap bitirelim” önerisi gelince ilk akla gelen eserlerden biri Fethullah Gülen Hocaefendi’nin son kitabı “Işık-Karanlık Devr-i Dâimi” oldu. İçimizden biri “ben okudum bitirdim, çok istifade ettim” deyince, ben de “başladım, 3-4 makale tamamladım ama yeni bir şey görmedim” deyiverdim. “Zaten bildiğimiz konular, hep tekrar ediyor, başka bir kitap seçsek olmaz mı” diye alternatif de sununca salonda soğuk bir rüzgâr esti.
Yeni bir kitap önerisine sıcak bakanlar olduğu gibi Hocaefendi’nin kitabının tasrif usulü ile okunması halinde, im’anı nazarla yani biraz daha didikleyerek ve ihtiyaç hissederek okunduğunda aslında hepsinin yeni ve taze olduğunu savunanlar da vardı. Bir dostum yoldan çıktığımı düşünerek, “sen rekâike dair bir şeyler oku, kalp hayatının daha incelmesi lazım ki bu kitapları anlayabilesin” derken bir diğeri Kalbin Zümrüt Tepeleri kitabından birkaç başlık söyleyiverdi. İhyâ'u Ulmû'id-Din’den tutun, Allah Dostları serisine, Allah’a Dönüş kitabından, Ruhun hastalıkları ve çareleri eserine kadar birçok kaynak kitabın ismi havada uçuştu.
Adı geçen eserlerin bir kısmını zaten okumuştum, bazıları ise kütüphanemde okunmayı bekliyordu. Aslında hangisini alıp okusam içinde aynı şeyleri, benzer konuları görecektim. Yani sorun kaynaklarda değil benim onlara yaklaşım biçimimdeydi; bunun da farkındaydım. Kur’an da farklı kıssalarla aynı hakikatleri anlatmıyor muydu? Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adalet ve İbadet ana konular değil miydi?
Erzurum’da bir camii önünde hırpani kıyafetleriyle biri ellerini açıp “Allah’ım bana para ver, ev ver, araba ver” diye dua edince, hacı amcalardan biri de biraz da kızarak “be adam Allah’tan iman, Kur’an istesene, ne diye dünyalık istiyorsun” diye cevap vermiş, adam “herkes eksiğini istiyor, ben de din-iman var ama para-pul yok, sen de neyin eksikse onu iste Allah’tan” diyerek arifane bir cevabı yapıştırmış.
Mesele şu ki, neyim eksikmiş veya nelerim eksilmiş onu bilmiyordum galiba. Aslında aklım Hocaefendi’nin eserlerinin hepsinin maddî-mânevî ilaç olduğuna kâniydi, ama nedense son kitabı, ilk okuyuşumda kalbim nefsime yenik düşmüştü. Sıradan ve bildiğim konular gibi gelmişti… ama bildiğimi ne kadar hayatımın bir parçası haline getirmiştim, asıl mesele orada düğümleniyordu. Ben mi kitabı sıradan görmüştüm, kitap mı beni kendine layık görmemişti! Halbuki çocukluğumdan beri öğrendiğim en değerli ölçülerden biriydi, “sen Kitap’a kendini vermezsen, kitap sana içini açmaz.” Evet, ben önyargılı yaklaşınca kitap da beni yabancıladı, nazlandı; bakmama izin verdi ama derununu görmeme izin vermedi.
Bu tartışmalar içinde düşünce atlasımdaki gezintimi devam ettirirken yine Hocaefendi’nin “Üç ayları nasıl değerlendirelim” konulu sohbetini dinlemeye başladık. Yukardaki sorularımın cevabı gelmişti işte; aradığımı o sohbette buluverdim. “Bir şeye sahip çıkmayınca o şeye, sahip olamazsınız, bir ayın, bir günün veya bir kitabın içine kendinizi salmayınca onu sindiremezsiniz. Mübarek ayların içine Allah’ın özel ikramları yerleştirdiğine inanırsanız ve inci avcısı gibi onları arayıp bulmaya çalışırsanız, Allah da size aradığınızdan fazlasını lütfeder; o’nu duyarsınız, o’nu hissedersiniz. Teveccühünüz yoksa ayların birbirinden hiç farkı yoktur, dünya kadar alimin yazdığı kitaplarla günlük yazıların da bir farkı yoktu. Farkı oluşturan, eksiğinizi hissedip onu tamamlamak için arayışa geçmektir. Recepleşmek, Şabanlaşmak ve Ramazanlaşmak için bu aylardaki berekete inanmak ve ava çıkmak lazım”.
Avcılık kelimesi avlamıştı beni. Meğer adı geçen kitapta ben ava değil ‘gezintiye’ çıkmışım.. “Aynı çiçekler, aynı böcekler, aynı ağaçlar, hepsi birbirine benziyor” demişim. Meğer kalbî ve rûhî yaralarımdan habersizmişim.. meğer acz ve fakrımı bilmediğim gibi, kendi kendime yeteceğimi sanmış, bildiklerimle avunmuş, aldanmışım.. Aklımla anlamanın yeterli olduğunu düşünmüşüm de ruhumun itmînâna ermesi için oltamı o deryaya salmamışım. Yazardan gıyaben özür diledim ve sohbetten sonra kitabı bir daha elime aldım, beni kabul etmesi için yeniden kapısını çaldım. Bu kez inci-mercan avcısı gibi olacaktım.
Kitap benim bu iyi niyetli talebime hemen karşılık verdi. Kapağındaki resme ve kitabın ismine yoğunlaştım önce. Bir elin ayasına oturmuş, kendinden geçmişçesine, erimiş-akmış adeta tükenmiş gibi duran bir mum hala karanlığa meydan okuyordu. O bir öğretmendi, o bir yazardı, o bir iş adamıydı, o ablalardı, abilerdi… o mum hizmetin özetiydi. Binlerce insanı gördüm o kapakta birden; hayalimde canlandı eskimez dostlar, ruhunun ufkuna yürüyen alperenler ve bizzat Hocaefendi belirdi mumun eriyen kısmında. Gözlerim usulca kitabın ismine kaydı yeniden: Işık-Karanlık Devr-i Dâimi.
Kendimi 1986 yılında Çamlıca Cami’inde kürsüden gönüllere seslenen o sesin huzurunda hissettim. Miraç Kandili vesilesi ile kırık kalplere yudum yudum ümit içiriyordu o ses. “Zaman durmadan deverân ediyor, karanlıkları ışıklar takip ediyor” diyordu.. “Gündüzler gecelerin arkasından süratle geliyor.. tatlı haller sıkıntılı halleri takip ediyor.. fena günlerin arkasından iyi günler içlerimize inşirah salıyor, huzur salıyor. Allah adeta zamanı eline takmış çeviriyor.. ve zaman, dâirevî olarak hareket ediyor.. Zaman müstakim bir hat gibi gitmiyor..
Evet, bugün birilerine bayram, yarın başkalarına bayram.. bugün birilerine sevinç, yarın başkalarına sevinç.. bugün birileri derenin dibinde emekleyip duracaklar ama bunlar, yarın zirvelerde gezmeye namzet. Bugün ortalık kurak ve çorak olabilir ama bugünün bağrına dökülen, cennetteki Kevser’ler gibi kudsî bu gözyaşlarının yarınları çemenzâr haline getireceğinden kimsenin şüphesi olmasın.”
Kırık Testi sızdırıyor, susuz olan mutlaka onu bulur, suya kanar.
Benim halimse Allaha ayan.
Allah selamet versin M. Doğan beyin serlevha gibi şu sözü çok tekrar ederdi.
“Görenedir görene, köre nedir köre ne?