Naci Karadağ - tr724.com
Pek çok muhalifi bile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Arap gazeteci Cemal Kaşıkçı olayında krizi çok iyi yönettiği şeklinde görüş bildirdi.
Bu arkadaşlara göre, İstanbul’un göbeğinde yaşanan bu korkunç karanlık olayın başından sonuna iyi bir kriz yönetimi yapılmış.
Ve Türkiye bu olayın akabinde elindeki kartları iyi kullanarak gerek Arabistan, gerekse ABD’ye karşı daha iyi bir pozisyon almak için güzel bir strateji izlemiş.
Türkiye’de medya diyebilecek bir şey kalmadığı için, bu işi sorgulayan, üzerine giden gazetecilik yapan kimse yok. Dolayısıyla gelişmeleri ve arka planı ancak ve ancak yabancı medyadan takip edebiliyoruz.
Havuz medyası ise doğrudan sarayın güdümünde bir kriz stratejisi izlediği için onlarınkine habercilik filan diyemeyiz.
Olsa olsa “sarayın kriz yönetiminin medya ayağı” şeklinde bir niteleme doğru olacaktır.
Zaten yabancı basın da gerek Sabah gazetesini, gerekse buralarda gazeteci kimliğiyle dolanan insanları basın mensubundan ziyade devletin istihbarat ve operasyon elemanı gibi görüyorlar.
Önceki gün Erdoğan, yaptığı konuşmada, Kaşıkçı olayını kendi perspektifinden baştan sonar şahane şekilde özetledi.
Elbette aktardığı hikayede önemli boşluklar ve kör noktalar vardı.
Bu eksik noktaları ise, olayın diğer tarafları ve yabancı medyadan tamamlamak mümkün. (BKZ)
Adamlar “Düğün değil bayram değil, bir diktatör neden bir gazetecinin ölümüyle bu kadar yakından ilgilendi” türünden başlıklar atıyorlar! (BKZ)
Önce Erdoğan’ın anlatımıyla sarayın senaryosuna bir bakalım. Şöyle aktarıyor Erdoğan olayı:
“Kaşıkçı’nın bu ziyaretinin cinayeti planlayan ekibe haber verildiği anlaşılıyor. Yani bir yol haritası işlemeye başlıyor. 1 Ekim tarihinde saat 16 30’da operasyondan bir gün önce 3 kişilik bir ekip tarifeli seferle istanbul’a gelip önce otele sonra konsolosluğa gidiyor. bu arada bir başka ekip de Belgrad ormanı ve Yalova’da keşif çalışmaları yapıyor.
2 Ekim’de yine bir grup uçakla İstanbul’a geliyor. Aralarında generallerin olduğu 9 kişilik ekip de yine İstanbul’a gelip otele yerleşiyor. Toplam 15 kişiden oluşan bu ekip sabah saatlerinde konsoloslukta buluşuyor. Önce konsolosluğun kamera sistemindeki hard disk sökülüyor. Kaıkçı 11 50’de aranıp randevu teyit ediliyor.
Aynı saatte Londra’dan İstanbul’a dönen kaşıkçı konsolosluk binasına yaya olarak giriyor. Bu saatten sonra kendisinden haber alınamıyor. Akşama 17:50 de ülkemiz resmi makamlarına nişanlısı tarafından Kaşıkçı’nın başına bir şey geldiği şeklinde bir başvuru yapılıyor. Yetkililer hemen takibat başlatıyor. Güvenlik kameralarının incelenmesi sonrası Kaşıkçı’nın binadan çıkmadığı kesinlik kazanıyor.
Viyana sözleşmesi gereği diplomatik dokunulmazlıkları olduğu için, büyük ihtimalle bu anlaşma da masaya yatırılacak, konsolosluk yetkilileri hakkında ilk etapta bir soruşturma yapılamıyor.
Soruşturma derinleştikçe çok ilgin bilgiler çıkıyor, cinayetin olduğu günün arifesinden başlayarak çeşitli uçaklarla 15 Suudi güvenlikçi ve tıpçının ülkemize geldikleri görülüyor. Aynı gün ülkemizden ayrıldıkları görülüyor. Kaşıkçı’ya benzetilmeye çalışılan kişi de tarifeli uçakla Riyad’a gittiği görülüyor.
Suudi yönetimi ise 4 ekim de yaptığı açıklama ile Kaşıkçı’nın öldürüldüğü iddialarını tamamen reddediyor. Başkonsolos 6 Ekim’de gazetecileri davet ederek elektrik panoların kapaklarını açarak lakayt bir davranış sergiliyor.
Yetkililerimiz sürekli yeni belgeler ortaya çıkarmaya çalışıyor
Başkonsolosluk binasına giren ekiplerimiz incelemelere yaptı. Daha önce buna izin vermeyen Başkonsolos’un kifayetsizliği ile ilgili Kral Salman’a bir şeyler söyledim. Sonra görevinden alındı.
Suudi yönetimi cinayetten 17 gün sonra Kaşıkçı’nın binada öldürüldüğünü resmen kabul etti. Kaşıkçı’nın bir arbede sırasında öldüğü söylendi. Aynı gün geç saatlerde Kral Salman ile bir görüşme daha yaptık. Cinayetin ardından olaya karıştığı bildirilen 18 kişinin tutuklandığını söyledi.
21 Ekim’de ABD Başkanı Trump ile de olayın aydınlatılması konusunda mutabık kaldık.
Biz bu meseleyi ülkemiz mevzuatına göre yürüttük
Bu cinayeti Suudi toprağı olan konsolosluk içinde işlenmiş olabilir ancak unutulmamalıdır ki bu Türkiye toprakları içinde gerçekleşti. Viyana anlaşması da böyle vahşice bir olayın işlenmesine izin vermez. Biz bunu tüm boyutlarıyla soruşturup gereğini yerine getireceğiz.
Türkiye bu meselenin takipçisidir. Şu ana kadar ortaya çıkan deliller Kaşıkçı’nın vahşi bir cinayete kurban gittiğini gösteriyor. Bu tüm insanlığı vicdanını yaralayacaktır. Aynı hassasiyeti Suudi Arabistan’dan da bekliyoruz.
Suudi Arabistan cinayeti kabul ederek önemli bir adım atmıştır. Bundan sonra meselenin tüm sorumlularını açık yüreklilikle ortaya çıkarmalarını bekliyoruz. Cinayetin planlı olduğu yönünde elimizde güçlü emareler bulunuyor. Bu sorular herkesin kafasını kurcalamaya devam ediyor.
Bu 15 kişi cinayet günü niçin İstanbul’da toplanmıştır. Bu kişiler kimden emir alarak oraya gelmişlerdir? Başkonsolosluk niçin hemen değil de günler sonra incelemeye açılmıştır? Cinayet açıkça ortada iken onca tutarsız açıklama niçin yapıldı? Bu kişinin cesedi niçin hala ortada yok? Cesedin yerli işbirlikçiye verildiği doğruysa bu yerli iş birlikçi kimdir?
Bu yerli işbirlikçiyi açıklamaya mecbursun. Kimisi bu meselenin kapatılacağını aklından dahi geçirmesin. Güvenlik birimlerinin elindeki bilgiler bunun planlı olduğunu gösteriyor. Bu meseleyi bir kaç istihbaratçının üzerine yıkmak vicdana sığmaz.
Şahsen Kral Salman’ın samimiyetinden şüphe duymuyorum. Bununla birlikte bu soruşturmanın adil ve bağımsız bir birim tarafından yürütülmesi gerekmektedir. Uluslararası hukukun da İslam hukukunun da Suudi Arabistan hukukunun gereği budur.”
Bu uzun alıntıyı şunun için yaptım:
Dikkat edilirse Erdoğan bu korkunç cinayeti başından sonuna tüm detaylarıyla biliyor.
Kendi medyalarında “Elimizde kayıtlar var” şeklinde demeçler bile yayınlıyorlar ama sanırım bunu son koz olarak saklıyorlar.
Sadece bu durum bile, Türkiye’nin tek derdinin böylesi bir cinayetten rant devşirmek olduğunun ispatı.
Yoksa, Pelikan Çetesi’nin olayın olduğu andan itibaren meseleyi ısrarla gündeme sokmak çabası, Hilal Kaplan gibi çete üyelerinin adeta kendini paralamasının başka anlamı yok.
Bunların derdinin gazetecilerin öldürülmesi ya da basın özgürlüğü filan olmadığı gayet açık. Bunun için ülke hapishanelerine bakmak yeterli. Türkiye cezaevlerinde tüm dünyadakinin toplamından daha fazla gazeteci var ve ne iktidar ne de onların elemanlarının bu konuda en ufak bir rahatsızlıkları yok.
Kaplan ve diğer görevlilerin bu konuda daha önce en ufak bir çaba harcadığına şahit olmak bir yana, tam tersi “oh oldu” şeklinde yazılar yazdıkları herkesin malumu.
Tüm parçaları birleştirip bir okuma yapıldığı zaman olayın bir özgürlük ve cinayetin aydınlanması meselesinden ziyade üç taraflı karanlık ve kirli bir satranç olduğu çok açık olarak ön plana çıkıyor.
Bundan sonrası için yabancı basının sorduğu ancak kimsenin cevabını (şimdilik) veremediği kısımlar şunlar:
Kaşıkçı’nın saatine dinleme cihazı takılarak mı cinayet kaydedildi?
Eğer öyle değilse, kapalı kapılar ardında Arap heyete dinletilen cinayet kayıtları nasıl elde edildi?
Apple Watch’ın böyle bir kayıt yapamayacağını Amerikan medyası net olarak kanıtladı. Dolayısıyla havuzun yaptığı bütün “Her şeyi saat kaydetti” palavrasının Kaşıkçı’nın bilerek oraya gönderildiği gerçeğini gizlemeye yönelik olduğu net!
O halde, öldürüleceğini bile bile kim ya da kimler Kaşıkçı’yı konsolosluğa gönderdi?
Devletin “Cinayeti baştan sonra canlı olarak dinlediğini” yazıyor Havuz medyası. O halde neden hemen müdahale edilmedi?
Konsolos başta olmak üzere, cinayeti işleyenler adım adım takip edilmesine rağmen, neden hiç birine dokunulmadan hepsinin ülkesine gitmesi sağlandı?
Kaşıkçı’nın nişanlısı olarak tanıtılan kişinin ilişkileri neler? Hangi istihbarat servisleriyle bağlantısı var?
Yabancı medyaya sürekli açıklama yollayan “isminin açıklanmasını istemeyen yetkili” neden bu açıklamaları ülke içinde ve açık kimlikle yapmıyor?
Cinayet sonrası SA ile ne tür pazarlıklar yapılıyor?
Erdoğan’ın “Yerli işbirlikçi” dediği kişilerin istihbarat ile ilişkileri nelerdir?
SA’nın uzun süre cinayeti inkar etmesinin sebebi ve buna karşın Yasin Aktay gibi kilit isimlerin “Suudi Arabistan’ı çok da şey etmeyelim” mealindeki açıklamaları, katillerin ve planlayıcıların tamamen kendilerini güvende hissedene kadar uzaklaşmaları mıydı?
Kaşıkçı’nın konsolosluğa gitmek için ikna edilmesinde Yasin Aktay’ın fonksiyonu neydi?
Türkiye gerçekten bu olayın faillerini mi ortaya çıkarmak istiyor yoksa, olaydan ekonomik bir rant elde etmek için tıpkı Amerika gibi derdinin “Basın özgürlüğü” olduğu imajı mı vermeye çalışıyor?
Uluslararası bağımsız medya kuruluşları bu tür soruları her gün soruyor.
Şimdilik bunların net bir cevabı yok.
Ama varılan ortak kanaat şu:
Gerek ABD, gerekse Türkiye bu olaydan arzu ettiği neticeyi aldığı an olayın üzeri kapatılacaktır!
Dolayısıyla insan hakları, basın özgürlüğü, öldürülen gazeteci gibi yapay başlıklar çıkarmadan meseleyi değerlendirmek doğru olacaktır.
Zira dünya üzerinde yaşayan herkes çok iyi biliyor ki, ne Trump’in, Ne Erdoğan’ın ne de Suudi Kralının ya da prensinin insan hakları filan gibi bir kaygısı yoktur.
Herkes Birbirini biliyor, kimse kimseye numara çekmesin!