Bediüzzaman’ın Vefatı - 3
Fikret Kaplan
İçişleri Bakanı Namık Gedik, ölüm döşeğindeki Bediüzzaman’ın her ne surette olursa olsun Urfa’dan çıkarılması için Vali’ye emir üstüne emir gönderiyordu. Ankara, adeta ateş püskürüyordu.
Polisler, Emniyet ile otel arasında mekik dokuyor ama sonuç alamıyordu.
Sonunda Üstad’ın Urfa’ya yolculuk yaptığı arabayı zorla otelin önüne getirdiler. Halk bunu duyunca müthiş kalabalıklar hâlinde toplandı. Buna müsaade etmeye niyetleri yoktu.
O anda otel müsteciri Mahmud Efendi de hiddetlenerek komiseri merdivenden aşağıya itecek ve:
‘Benim misafirimi nasıl zorla göndermek istersin?’ diye bağıracaktı.
Halk müthiş bir heyecan içindeydi.
‘Üstad’ı zorla Isparta’ya gönderiyorlar.’ diye duymaları onların heyecanını daha da artırmıştı:
‘Nasıl olur da böyle kıymetli bir misafirimizi, ölüm döşeğinden zorla kaldırıp gönderirler?’ diye bağrışmaya başladılar. Vaziyet gittikçe gerginleşiyordu. Polisler artık kalabalığı aşıp otele giremiyordu.
O zaman:
‘Aman şoför nerede, arabayı buradan götürsün.’ diye rica ettiler. Araba otelin önünden ayrıldı. Araba gittikten sonra millet biraz teskin oldu.
Bu arada Üstad’ı ziyaret devam ediyordu. Esnaf, memur, âmir, bütün particiler, askerler hep otelin önüne geliyorlardı. ‘Üstad’ı göreceğiz, Üstadı ziyaret edeceğiz.’ diye...
Bir müddet sonra bir doktor geldi otele. Üstad’ı muayene etmek için emniyetten bizzat gönderilmişti. Fakat, doktor daha muayene etmeden onu tekrar geri çevirdiler. Çünkü doktorun muayene etmesi durumunda Üstad’a sağlam raporu vermesi mümkün değildi. Hasta raporu almaması için böyle bir tedbire başvurmuşlardı.
Komiser çok kızgındı ama kalabalığı aşamıyordu. Tekrar rica etti, kendisi bizzat Üstad ile görüşmek istedi:
‘Yaman Üstadınız var. Ona söyleyin, yukarıdan, vekâletten kat’î emir var, hemen Urfa’dan çıkacaksınız. Doğru geldiğiniz yere. Kendi arabanız ile gidemezseniz, sizi ambulansla göndereceğiz.’
‘Efendim hastalığı şiddetlidir, tekrar 24 saatlik yol zahmetine katlanması imkânsız. Biz Üstadımıza müdahale edemeyiz, zaten bitkin bir hâldedir.’ dediklerinde,
‘Buraya nasıl kalkıp geldi ise, öyle de gidecek. Bizzat Vekil Bey’den gelen emir kat’îdir. Hemen Urfa’dan çıkacaksınız.’
‘Biz hiç müdahale edemeyiz, siz gelin, bizzat söyleyip durumu arz edin, bize gidelim derse biz de gideriz. Biz kendisine hiçbir şey söyleyemeyiz. Sizin emrinizi de biz ona tebliğ edemeyiz.’
Emniyet Müdürü ve memurlar hiddetlenip bağırıp çağırıyorlardı:
‘Ne demek o öyle, siz ona en küçük bir şey de mi söyleyemezsiniz?’
‘Evet efendim, söyleyemeyiz. Üstadımız ne derse harfiyyen yerine getiririz.’
‘Ben de âmirlerime bağlıyım. İki saat içinde burayı terk edip Isparta’ya döneceksiniz.’
Bediüzzaman’ın Urfa’dan götürüleceğini haber alan beş-altı bin kişi otelin önünde toplanmıştı. Bu durum karşısında Üstad’ın talebeleri hastaneye koştular. Baştabibe bir dilekçe ile müracaat ederek, Üstad’ın yola devam edemeyecek halde olduğunu arz ile muayenesini istediler.
Bunun üzerine Bediüzzaman’ı muaneye gelen doktor:
‘Siz ne cesaretle buraya geldiniz, kırk derece ateşi var. Bu durumda hiçbir yere gidemez. Yarın dokuzda gelin, bu zâta heyet raporu verelim. Bu hâli ile bir yere gidemez.’ diye teminat verdi.
Bayram Yüksel Ağabey, bundan sonrasını şöyle anlatıyor:
‘Akşam namazından sonra ben bir türlü ayakta duramadım. Durumu Zübeyir Ağabey’e anlattım:
‘Kardeşim, git yat.’ dedi ve ben de yattım. İki saat filan uyumuşum ki Zübeyir Ağabey geldi:
‘Kardeşim tahammül kalmadı, bir haftadır uyumadım.’ Ben de:
‘Gel Zübeyir Ağabey, hemen nöbeti değişelim.’ dedim. Yatsı namazını kıldım. Zübeyir Ağabey yattı. Hüsnü kardeşimizle beraberdik. Hüsnü:
“Düşeceğim, ayaklarım da uykusuzluktan sancıyor.’ dedi. Hüsnü’ye:
‘Ben iyiyim, sen de git.’ dedim.
Ben, Üstad’ın yanında idim, kapı arkadan kilitliydi. Gündüzden Üstad çok hararetli olduğu için, buz istemişti. Biz aramış bulamamıştık. Gece arkadaşlar bir yerden buz bulup getirmişlerdi:
‘Buz bulduk Üstadım.’ dedim, istemedi.
‘Üstadım çay yapayım.’ dedim. Üstad: ‘İstemez.’ diye işaret etti.
Üstad’ın mübarek dudakları kuruyordu. Ben ıslak mendille siliyordum, bu hiç görülmemiş bir hararetti. Saat iki buçuk sıralarında idi. Ben Üstad’ın üzerini örtüyordum. Üstad yatıyordu. Bir müddet böyle devam etti. Üstad ışıktan rahatsız olmasın diye lâmbaya mendil sararak ışığı azaltmıştım. Bir ara birden Üstad boynumu tuttu, ben Üstad’ın kollarını ovuyordum. O anda Üstad ellerini göğsüne koydu uyudu. Ben de Üstad uyudu diye sobayı yaktım. Üstad’ın ayak ucuna geçip uyanacak diye bekliyordum. Ağabeyler de gelecek ve sahur yemeği yiyeceğiz, diyordum.
Ah bilmiyordum ki Üstadım ebedî âleme göçmüş. Bu fâni dünyaya gözünü yummuş. Başımdan hiç geçmemişti ki nasıl bileyim, Üstadımın vefatını anlamayarak uyudu zannediyordum. Sahur da geçti. Zübeyir Ağabeyle Hüsnü kardeş geldiler:
‘Bayram, uyuyakalmışız.’ dediler. Ben de:
‘Siz gelin, Üstad uyudu, üşütmeyin, ben sabah namazını kılayım.’ diye onların yattığı odaya geçip namaz kıldım. Cüzüm vardı, onu okuyup biraz yatayım derken, birden içeriden ağabeyler:
“Yahu Bayram, Üstad Hazretleri’nden ses gelmiyor.’ dediler. Ben:
‘Üstad uyudu, onu üşütmeyin.’ dedim. Tekrar geldiler:
‘Bayram, Üstad’dan ses gelmiyor.’ deyince ben de beraber Üstad’ın odasına vardım. Zübeyir Ağabey başucunda, Üstad’a bakıyoruz. Üstad’dan hiç ses gelmiyor. Fakat vücudu sıcacık. Bizi müthiş bir telâş aldı. Zübeyir Ağabey:
‘Üstad’da böyle hâller olur, geçer.’ diyordu ama, ben fena üzülüyordum. Hiçbirimizin başından böyle bir hâdise geçmemişti. Zübeyir Ağabey:
‘Urfa’da Elazığlı Vaiz Ömer Efendi var, ona haber gönderelim, o bilir.’ dedi. Haber gönderdik, geldi. Üstad’ı görünce:
'İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn’
“Biz Allah’a aidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz.” (Bakara Sûresi 2/156)
‘Üstad vefat etmiş kardeşlerim.’ dedi. (23 Mart 1960 Çarşamba)
Üstad’ın vefatına katiyen inanmıyordum. 1949’da Afyon hapsinde Üstadımızı zehirlemişlerdi. Üstad’ın dili kızarmıştı. Biz devamlı ağlıyorduk. Zübeyir Ağabey’le Ceylân Ağabeyler beraberdi. O anda Ahmed Feyzi Ağabey:
‘Budalalar ne ağlıyorsunuz, daha Üstad’ın ömrü uzun.’ demişti. O anda Ahmed Feyzi Ağabey’in sözleri hatırıma geldi. ‘Acaba yine Üstad’ın ömrü uzun mu?’ diye kendimi teselli ediyordum. Kimseye bir şey diyemiyorduk.
Zübeyir Ağabey, Hüsnü kardeş, Üstad’ın yanından ayrıldılar. Isparta, Ankara, Emirdağ, İstanbul, Diyarbakır vesaire yerlere Üstad’ın vefat haberini telgraf çekerek bildiriyorlardı. Sabahleyin halk yine Üstad’ı ziyarete başladı. Ben de pencereden:
‘Üstadımız uyudu.’ dedim.
Üstadımızın üstüne bir tülbent örtmüştük. Az sonra otel sahibi gelmiş, kapıdan şöyle bakınca durumu anlamıştı. Eyvah, deyip dizlerine vurarak feryat etmeye başlamıştı. Dışarıda otelci ile Emniyet Müdürü karşılaşınca, Emniyet Müdürü:
‘Bu telâş nedir?’ diye soruyor, o da:
‘Bediüzzaman Hazretleri vefat etti.’ diyor.
‘Hakikat mi?’ diyor, o da:
‘Evet.’ diyor.
Emniyet Müdürü ve bütün emniyet teşkilâtı ve otelin önüne Üstad’ı Isparta’ya zorla göndermek için gelen jandarma teşkilâtı geri döndüler. Hemen Emniyet Müdürü aslı olup olmadığını anlamak için bir doktor gönderdi. Doktor geldi ve Üstad’ı muayene etti ve:
‘Allah Allah çok fazla harareti var.’ dedi. Bana:
‘Bir ayna var mı?’ diye sordu. Üstad’ın ağzına, getirdiğim aynayı koydu, nefes gelmediğini görünce:
‘Evet, Üstad vefat etmiş.’ dedi. ‘Fakat hiç ölüm hâline benzemiyor, yalnız bu cenazenin hemen kalkmasını istemiyorum. Biraz kalsın, ben şüpheleniyorum.’ dedi.
Daha sonra doktor raporu yazdı ve emniyete verdi. Zaten biz de hemen kalkmasını istemiyorduk. O arada tereke hâkimi geldi. Üstad’ın saat, cübbe, seccade, sarık gibi eşyalarını tesbit etti. Bunları kardeşine verilmesini kararlaştırdı.
Vefat haberini alan binlerce Urfalı akın ederek otelin önünü doldurdular. Bütün illere telgraflarla, telefonlarla Üstad’ın vefat haberi duyuruldu.
Urfa’nın ileri gelenleri, ‘Üstad’ı Dergâh’ta yıkayacağız ve oraya defnedeceğiz.’ diye karar aldılar. Üstad’ın mübarek naaşı öğle namazından sonra İpek Palas’tan alındı ve iki saatte ancak Dergâh’a gidebildi. Müthiş bir kalabalık vardı. Bütün Urfalılar dükkânlarını kapamışlardı. Cenaze giderken ben ve Hüsnü kardeş bayılmıştık.
Urfa’da şimdiye kadar böyle bir kalabalığın daha meydana gelmediğini söylüyorlardı Urfalılar...
Dergâh’a vardığımızda çok kalabalıktı. Dergâh’a girmek de çok zordu. Bizim içeri girmemiz için açıldılar. Üstad’ın cenazesini Dergâh’ın içinde yıkamak mümkün oldu. Üstad’ın cenazesini Molla Abdülhamid Efendi yıkadı.
Bediüzzaman Saîd Nursî’nin cenazesini yıkayan Urfa’nın büyük ve tanınmış âlimlerinden Molla Abdülhamid Efendi bir hatırasını şöyle anlatıyor:
“Kadıoğlu Camii’nde itikâfta idim. Gece rüyamda Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ni gördüm. Bana “Ben vefat edeceğim. Benim cenazemde bulunup beni yıkayacaksın.” diye söyledi.
Ben de cevaben:
‘Ya Üstad! Şu anda dinen itikâftan çıkmama cevaz yoktur. Nasıl çıkabilirim.’ dedim. Bunun üzerine Hazreti Üstad: ‘Mülteka’l-Ebhur’un filân sayfasında cevaz vardır. Oraya bak.’ dedi. Sabahleyin uyandım. Rüyamın heyecanı içinde hemen kitaba baktım. Hakikaten aynen dediği gibi çıktı. Ben de itikaftan çıkarak cenazesini yıkamak şerefine nail oldum.”
Molla Abdülhamid Efendi Şafiî mezhebindendi. Üstad’ın hizmetkârları Zübeyir Ağabey, Hüsnü kardeş ve Hulusi Ağabey beraber yardım ettik. Oradan Ulu Cami’ye Üstad için hatim okumaya gittik. Cenazeyi de beraber götürdük.’
O gece Üstad’ın cenazesi camide kaldı. Diyarbakır, Elâzığ, Maraş, Gaziantep, Adana ve Urfa civarı, vilâyet, kaza ve köylerden gelen çok kalabalık bir cemaatle sabaha kadar hatimler okundu. Cenaze Cuma günü kaldırılacakken Urfa’da çok fazla izdiham olmasından dolayı vazgeçildi. Bir de Isparta milletvekilleri Menderes’e çıkarak, Üstad’ın cenazesini Isparta’ya götürmek istediklerini söylemişlerdi.
Urfa halkı bunu duyunca:
‘Biz buradan cenaze vermeyiz.’ dediler. Ve günden güne de sadece Türkiye’den değil, dış devletlerden duyanlar da Üstad’ın cenazesine geliyorlardı.
Bu durum üzerine Urfa Valisi Şerafettin Atak, Üstad’ın talebelerini çağırdı ve rica etti:
‘Cenaze, Cuma günü kalkacaktı, çok fazla dahilden ve hariçten kalabalık gelmeye başladı, sizden rica ediyorum, biz bugün ikindi namazını müteakiben cenazeyi defnedeceğiz.’ dedi.
Ve aniden, zaten alınmış olan bu karar belediye hoparlörüyle ilân edildi:
‘Cenaze namazı Perşembe günü ikindi namazından sonra kılınacak.’
Cenaze yıkanırken, muhtelif renk ve büyüklükte çeşitli kuşlar ortalıkta uçmaya başlamıştı. Herkes bunu görüyor ve hayret ediyordu. Bunun yanında bir de hafif hafif yağan yağmur devam ediyordu.
Urfa’da Mübarek Şeyh Müslim isminde bir zât, 1954 yılında Dergâh’ı tamir ettirdiği sırada Üstad’ın defnedileceği bu iki kubbeli yeri yaptırmıştı. Talebeleri ve müridleri vasiyeti anında, ‘Seni buraya defnedelim.’ dediklerinde, ‘Benim yerim başka yerdir. Buranın sahibi vardır ve gelecektir, burası onundur.’ demişti.
Ve Perşembe günü ikindi namazını müteakiben, Vali, Belediye Reisi de dahil olmak üzere cenaze namazı kılındı.
Üstad’ı defin anında, cenaze kabre indirilirken, çok fazla kalabalık oluşmuştu. Hatta bir ara Vali yere düşüp altta kalarak ezilme tehlikesi geçirmişti. Cenazeyi taşımak için birlikler, halk ve polis birbirlerinin ellerinden âdeta zorla alıyorlardı.
Perşembe günü ikindi namazını müteakip Üstad defnedildi. Ancak, hususi araba tutanlar yetişebildiler. Ceylân Ağabey, Çalışkan Hanedanı, Emirdağ Nur talebeleri çok zor yetiştiler.
Emniyet mülahazasıyla askerî birlikler, Urfa’nın etrafını tanklarla çevirmişti.