İSTANBUL (CİHAN)- Aksiyon dergisinin son sayısında, Zaman gazetesinin duayen dış politika yazarı merhum Fikret Ertan'ı konu alan ilginç bir portre yayınladı. Fikret Ertan'la hayatının son yıllarında yakın temasta olan Aksiyon muhabiri Mesut Çevikalp imzalı yazıyı, merhum yazarın arşiv görüntüsü eşliğinde takdim ediyoruz:
"Hakikate adanmış bir ömür
Duayen dış politika yazarı Fikret Ertan, ebedî âleme göçtü... Hak ve hakikati savunma sancısıyla yazdığı yazılar dünyaya mal olsa da paraya, pula ve öne çıkmaya meyletmedi. İstiğna içinde yaşadı, kimsesiz gibi gömüldü.
Son görüşmemiz vedaymış! Ne ben farkındaydım ne de o... Akşamüstüydü, eve dönüş yolunda aradım. Çok çalmadan açtı bu kez. Naif, durgun sesiyle selamladı. Sanki aramamı bekliyordu! Arayı çok açmamıştık hâlbuki. İki-üç gün evvel görüşmüştük. Dermanı kesilip elini ayağını dünyadan çektiğinden bu yana (2010) haftada iki kez hâlini hatırını sormayı vazife bilmiştim. Çoğu zaman bir saati aşan görüşmelerimizde dünyayı, dünyasını konuşuyorduk. Dış politika duayeniyle yaptığım görüşmeler bana ufuk açarken onu bir nebze de olsun hayata bağlıyordu. Hastalıklarına dayanma gücü veriyordu. Telefonla yetinmeyip her yıl bir-iki kez Eskişehir'e gidip mütevazı hanesine misafir oluyordum. Yalnızdı. Evlenmemişti. Dünyaya karışmamıştı! 67 yıllık ömrünü hak ve hakikati aramaya vakfetmişti. Yazılarını da bu ıstırapla kaleme alıyordu. Halka meselelerin doğrusunu anlatmayı ibadet biliyordu. Dilinden düşürmediği "Aldatan bizden değildir" hadisinden hareketle "Biz aldatamayız" diyordu. Yarım sayfalık köşe yazısını 7-8 saatte tamamlamasının ardında bu hassasiyet vardı; işin gerçeğini nakletme sancısı...
Âdettendi, önce sağlık sıhhatini sordum. "Anlatmayayım hâlimi, sen biliyorsun işte!" diyerek geçiştirdi. Kalp damarları tıkalıydı. Kalp kapakçıklarından biri de sızdırıyordu. Kanı pıhtılaşmadığı için ameliyat olamıyordu. "Ameliyat masasına yatarsam kalkamam! Vade ne kadarsa böyle devam edeceğim." diyordu. Nice zamandır eline bıçak alamayışı bundandı. Küçük bir sıyrığın bile saatlerce kanadığını yıllar önce yaşayarak görmüştü. Sokağa çıkmak da lükstü. Ayakları vücudunu taşıyamıyor, kalbi yürüyüş ritmini kaldırmıyordu. 5-10 adım sonra nefesi kesiliyordu. Bir kahve vardı evine yakın. Çok daraldığında kendini oraya atıyordu. Bir-iki dostu görmek ona iyi geliyordu. Bunun dışında münzevi bir hayat yaşıyordu. Az uyuyor, az yiyor, az konuşuyor, az görüşüyor ama çok okuyordu. Türkiye'yi değil, tüm dünyayı okuyordu. Kalp yetmezliği gözlerine vurunca Zaman'daki yazılarına ara vermek (6 Mart 2014) zorunda kaldı. Ama son nefsine kadar dünyadaki gelişmeleri izlemeyi, analiz etmeyi elden bırakmadı. Okuyamaması bilgi edinmesine mâni olmadı, radyo ve televizyondan takip etti haberleri. Vâkıf olduğu İngilizce ona tüm dünyayı Eskişehir'e getiriyordu. "Nerede, nasıl arayacağını bilirsen ulaşamayacağın bilgi yok." derdi.
HASTALIĞI SOĞUK HAVAYI SEVMİYORDU
Bir keresinde bir Batılı diplomat evine ziyarete gelmiş. Fikret Ertan Bey'e laf arasında İsrail ile ilgili silah-savunma sanayii bilgilerini nereden aldığını sormuş. O da 'internetten' deyince diplomat inanmak istememiş. 'Biz de internette arasak bu bilgilere ulaşabilir miyiz?' diye karşılık vermiş. Fikret Bey de 'Nereye, nasıl bakacağınızı bilirseniz her bilgiye ulaşırsınız elbette' demiş. Ankara'daki yabancı diplomatlar onun bilgi fışkıran yazılarını 'bir yerlere' yaslanarak yazdığını düşünüyorlarmış. Batılı diplomatın o gün evinde yaşadığı şaşkınlığı gülerek nakletmişti. Yurtdışı tecrübesini, ileri düzey İngilizcesini ve hiç dinmeyen araştırma-öğrenme merakını köşe yazılarına yansıtıyordu. Sık sık Amazon'dan biyografi kitapları satın alıp dünya liderlerinin saklı yönlerini öğrenmeye çalışıyordu. Takatten düşmeden önce Rus lider Putin'in biyografisini yazmaya soyunmuştu. Sipariş ettiği kitaplar geldiğinde gözlerinin feri sönmüştü. Bir müddet çabalasa da ne kitapları bitirebildi ne de okuduklarını satırlara dökebildi...
Gündemine aldığı, köşesine taşıyacağı meseleleri tüm yönlerini iyice öğrenmeden yazmamayı düstur edinmişti. Çalakalem yazmaz, her kelimeyi özenle seçerdi. Hoşuna gitmese de elde ettiği bilgileri satırlarına taşırdı. Sadece resmi ortaya koymakla yetinmez, kendince çözüm önerilerini sıralamaktan geri durmazdı. Komploya pirim vermez, yaşananları izah etmeye çalışırdı. Son dönemde iktidara taşınan komplocu kafanın ülkedeki fikir hayatını zehirlemesinden hayıflanırdı. Sık sık köşesinde, dost sohbetlerinde izinden yürüyen genç kalemlere "Aman ha muhafazakâr mahallenin saplandığı komplo batağına düşmeyin!" uyarısında bulunurdu. Komploculuğun öğrenme ve araştırma çabasını baltaladığını, insanları tembelleştirip körleştirdiğini savunurdu.
Son konuşmamızda bir an sesi soluğu kesildi. Hastalığı soğuk havaları sevmiyordu. Kalp damarları büzüşüyor, kan akışı daha da zayıflıyor, kalp ritmi bozuluyordu. Geçen yıl taşındığı apartmanda merkezî ısıtma sistemi vardı ve dairesi istediği kadar ısınmıyordu. 26-27 derece sıcaklığa ihtiyacı vardı. Bina yönetimiyle konuşmaları kâr etmedi. Geçici çözümü aldığı elektrikli ısıtıcıyla sağladı. Ama bu da onu tek odaya hapsetmişti. Yine de çok açamıyordu elektrik ısıtıcısını! Elektrik faturasının kabarmasını istemiyordu. Elinde bir emeklilik maaşı vardı zira. Hastalığa, yaşlılığa, yalnızlığa ve imkânsızlığa rağmen bir kez bile "öf" dediğini duymadım. Her şartta şükretmesini biliyordu: "Kaderime razıyım, buna da bin şükür... Tüm cefaya rağmen kalemimi paraya pula satmadım. Makam mevki için insanları aldatmadım. Allah'a bu hâlle yürümenin huzuru var üzerimde."
"Ağabey yormayın kendinizi. İsterseniz şimdi dinlenin, sonra konuşalım." dedim sesi kesilince. Bir gün evvel televizyonda devletin başındaki insanların bayağı bir dille Hizmet Hareketi'ne, Türk Okulları'na hakaretler yağdırmasına şahit olduğunu, bu sahnenin kendisini üzdüğünü, sarstığını söyledi. Birçoğunu gençlik yıllarından iyi tanıdığı, sonradan kibir ve şatafata kapılmış isimlerin Türk Bayrağı'nı dünyanın dört bir tarafına taşıyan fedakâr, adanmış insanlara dil uzatmasına içerliyordu. Beddua etmiyordu onlara ama hayırla da yâd etmiyordu! Kimisinin paraya pula, kimisinin de Acem oyunlarına paylanmasını hazmedemiyordu. Ortak arkadaşlar, makul danışmanlar üzerinden ikazlarını da iletti Ankara'ya. Kulak kabartan olmadı. Hatta 'bırak onları, bize gel' hadsizliğiyle karşılaştı. Öncekiler gibi bu girişimleri de elinin tersiyle itti. Günlük iaşesinin dışında dünya namına hiçbir şeye talip olmadı. İki hafta kadar önce, yine bir telefon sohbetinde bu tavrını kendi de ifade etti: "Kardeşim hayatımda paraya pula rağbet etmedim. Kimseye de eğilip bükülmedim. Çünkü ilmin izzetinin ancak istiğna ile korunabileceğini gördüm."
ÂLEMİN DERDİYLE DERTLENDİ
"Davası millet olanın derdi büyük olur" sözünü severdi. Hâli de öyleydi çünkü. Doğu'da yaşanan ayrışma girişimleri uykularını kaçırıyordu. Geceleri Allah'a yönelip gözyaşlarıyla "Yüzyıllardır İslam sancağını izzetle taşıyan bu milleti böldürme!" diye yakarıyordu. Ata yurdu Kırım'ın işgali belini bükmüştü. Suriye'nin çökertilmesi onu da çökertmişti. İslam dünyasının yüzünü karartan IŞİD terörü yüzünü düşürüyordu. "Gördün mü Ürdünlü pilota yaptıklarını! Bu gece de ona ağladım." diyecek kadar duyarlıydı yaşananlara. Suçsuz yere tutuklanan Hidayet Karaca için de gözyaşı dökmüştü… Dünyayı iç dünyası yapmıştı. Kendi hâline bakmadan âlemin derdiyle dertleniyordu. Dışarıdan bakan münzevi, devri geçmiş, hasta bir adam görüyordu. İçinde yaşanan depremleri, kopan fırtınaları dışarı sızdırmıyordu zira.
3 yıl kadar önce bana, "Ahir ömrümde bir hayır yapmak istiyorum." dedi. Somali'den yeni dönmüştüm. Orada yaşanan su sorununu anlatıp Afrika'da su kuyusu açmayı önerdim. İkiletmeden kabul etti. Hemen işe koyuldu. Birikmiş parası yoktu, mevcudunun tümünü krediyle aldığı daireye yatırmıştı. "Bana biraz zaman tanı." dedi. 2-3 ay sonra emekli maaşından biriktirdiği miktarı gönderdi. Açmak istediğimiz kuyunun bir miktarını karşılamış oldu. Bir miktar da eş dosttan topladı. 6-7 ay zarfında toplam 40 bağışçının yardımıyla kuyu Nijer'de açıldı. 'Anadolu Alperen Pınarı' adını verdiği çeşmenin postayla gönderdiğim ilk fotoğrafları eline ulaştığında telefona sarılıp gözyaşlarıyla beni aramıştı: "Artık ölsem gam yemem! Ama yetinmeyelim, bu yıl ikincisini açalım."
Dert savar değil, dert çekerdi. Âlemin derdiyle dertlenirdi. Yaşananlar karşısında sesi yükselse de üslubunu hiç bozmadı. Yandaş medyada çıkan onca hakaret, onca küfür karşısında 'nankör'den ötesi çıkmadı ağzından! Geçmişte elinden tutup kalem sahibi yaptığı, bürokrasiye kazandırdığı bazı isimlerin ekranlarda para, pul, makam için el etek öpmelerini görünce kahrından iki büklüm oluyordu. Onun kitabında kalemini satmak yoktu. El verdiği gençlerin dünyalık namına satılmalarına dayanamıyordu. Hizmet'te yeşerip son dönemde maddi beklenti için Camia'ya sırtını dönen kalemleri uzaktan ibretle izliyordu: "Allah nankörü sevmez!"
"Vaktim yaklaştı benim. Görürsün çoklu organ yetmezliğinden giderim..." dediğinde telefonu kapatmak üzereydim. Hâlini biliyordum. Uzun yıllardır yaşadığı kalp sıkıntısını da. Ama bu cümleyi bana veda için kurduğunu fark edemedim. Moralini yüksek tutmasını, televizyonu açmamasını, gerekirse yazın evini değiştirebileceğimizi, hatta isterse onu Ankara'ya taşıyabileceğimizi yineledim. "Bakarız" diye geçiştirdi her zamanki gibi... Ruhunun ufkuna yürüyeceğini hissedemediğim için helalleşmedik. Dua istedim, "duamdasın" dedi. Hoşuna gitmese de eğip bükmeden gerçekleri, sadece gerçekleri konuşup yazmayı fıtrat edinmişti. Aslında o gün bana nezaketle "elveda" dediğini bugün anlıyorum. 3 Şubat'ta, telefonu kapattıktan birkaç saat sonra fenalaşmış, kaldırıldığı hastanede Hakk'a yürümüş. İçinde ahiret endişesi olsa da ölüm onu korkutmuyordu. Ölüm hakikatti zira. O gerçeğin peşindeydi haddizatında...
GARİP YAŞADI, SESSİZCE GÖMÜLDÜ
Zaman Gazetesi'ndeki 40 yıllık dostları gibi ben de 3 gün sonra öğrendim vefatını! Haberi Cuma sabahı internete düştüğünde... Perşembe akşamı arayıp ulaşamadığım geçti zihnimden. Telefonunu açmamasını onu sersemletip uyutan ağır ilaçlarına vermiştim. Hâlbuki ebedî âleme uyanmıştı. Birçok seveni gibi ben de helalleşememenin acısını yaşadım yüreğimde. Bu satırları yazarken ihlaslı bir dostu, dertdaşı kaybetmenin hüznü üzerimdeydi.
Zaman'ın ilk kadrosunda yer aldı. Dış Haberler Servisi'ni dizayn etti. 1994'te Aksiyon Dergisi'nin ilk kapağını o yazdı: "Bosna/Dünyaya güvendiler"... Çeyrek asrı aşan yazı hayatında diplomatlara, diplomasi muhabirlerine yön verdi. İsrail'in silah teknolojisini, İran Devrim Muhafızları'nın örtülü operasyonlarını, Rusya'nın askerî kapasitesini, Afganistan işgalinin iç yüzünü, Balkanlar'da yaşanan küresel bilek güreşini hep onun yazılarından öğrendik. O elinden geldiğince gençlerin elinden tuttu ama geriden gelenler kalemini devralma kıvamına ulaşamadı. Gazetecilikten öte entelektüel, yazardan öte dava adamıydı. Yeri dolmayacak... O vakti dolunca ardında hoş bir sâdâ bırakarak ayrıldı aramızdan... İsteği üzerine sessizce gömüldü...
Zihnimde hatıratını geriye doğru sararken çalışma odasına astığı serlevha yansıdı gözüme: "Ey gafil aldanma endamına fâni cihandır bu / Kendisi aşikâr, ateşi gizli külhandır bu / İnsafı terk eyleme, makam-ı imtihandır bu / Gelen gideni görmez, iki kapılı handır bu"... (Yavuz Sultan Selim Han)
Allah rahmet eylesin... Mekânı Cennet olsun..." CİHAN