Her şeyi O’ndan (celle celâluhu) bilenler, kazanırlar. Bazı şeyleri kendilerine nispet edenler -iradenin hakkı mahfuz- kazanma kuşağında üst üste kayıplar yaşarlar. “Ben” deme; “Biz” basamağına sıçra, oradan “Hüve”yi rasat etmeye dur!..
“Âşık-ı sermest olanlar Hû iledir Hû ile / Savmı Hû’dur, iydi Hû’dur, zühd ile erkânı Hû”
İşin mebdei, kendinden geçmeye bağlı; ortası, “Biz” demek. Vifâk ve ittifak, tevfîk-i ilâhînin en büyük vesilesi. Bir araya geldiğimizde, aynı şeyler istikametinde soluk soluğa koştuğumuzda, Cenâb-ı Hak değişik eltâf-ı Sübhâniyede bulunuyor. “Biz”in o kadar bir yeri var. Ama gördüğünüz gibi eltâf-ı Sübhâniyede bulunmak, yine O’na (celle celâluhu) ait. İş, gidip “Hüve”ye dayanıyor; Hû!.. Onun için “Allah” demiş, “Hû” demişler; “Rab” demiş, “Hû” demişler; “Cemîl, Celîl!..” demiş, “Hû” demişler; hep “Hû” (O), O’yu işaretlemişler.
“Hüve” (O), ıtlakı ile bütün esmâ-i İlahiyeyi ifade eder gibi bir gayb zamiri. Aynı zamanda onda Zât-ı Baht’ın nâ-kâbil-i idrak olduğuna da bir îmâ var. Sadece “O” diyorsun. Eğer, O (celle celâluhu), kendisine hitap ederken, tazarru ve niyazda bulunurken, bize “Sen” deme iznini vermeseydi, o saygısızlık olurdu. Ama tenezzülât-ı sübhâniye veya “telattufât-ı sübhâniye” neticesi, “Ancak Sana kulluk eder, sadece Sen’den yardım dileriz!” demeyi talim buyuruyor. “Sana…” ve “Sen’den…” deme iznini bize verdiğinden dolayı, “Sen, Sen!..” de diyoruz. Yoksa O’nu (celle celâluhu) bütün sıfât-ı sübhâniyesiyle, esmâ-i hüsnâsıyla yâd etmek, ancak böyle olunca olur.
Hatta bildiğimiz esmâ-i İlahiye ile O’nu yâd etmek, yine yeterli değildir. Zira “Senden, Kendini isimlendirdiğin, Kitabında indirdiğin, mahlûkatından birine öğrettiğin veya gayb ilminde Kendine tahsis ettiğin (kimseye bildirmediğin) her ismin hürmetine diliyorum ki…” hadis-i şerifinde/duasında ifade buyurulduğu gibi, O’nun bilemediğimiz daha pek çok ismi vardır. Nezd-i Ulûhiyetinde isti’sâr buyurduğu; melek varlığıyla alakalı, ruhânî varlıkla alakalı, öbür tarafta öbür tarafın var olma şecere-i nurâniyesiyle alakalı esmâ-i hüsnâsı vardır ki, onları nezd-i Ulûhiyetinde hiç kimseye bildirmemiştir; nebi de bilmiyor onu, veli de bilmiyor, has kulları da bilmiyor; benim gibi hamlar, hiçbir şey bilmiyor!..
Evet, kendimizi böyle tam -kendimize göre- konumumuza koyduğumuz zaman, yerleştirdiğimiz zaman, büyük ölçüde karşımıza çıkacak arızaları aşmış oluruz. Kendimizi yerli yerine koyamayınca, kendimize bazı şeyler bahşedince, “bahş” edip “Ben, şuyum, buyum!” mülahazalarına takılınca, -hafizanallah- kazanma kuşağında kayıplar yaşarız. “İnsanın kendini görememesi körlüğü” de ondan kaynaklanır; kendine o ölçüde im’ân-ı nazar, esas, görmeyi daraltır. Ve bu, insanın kadrine/kıymetine, ahsen-i takvîme mazhariyetine bir saygısızlıktır. İnsan, öyle bir varlık değil; ona bakmak suretiyle bakış açısını genişletmek lazım, daireyi genişletmek lazım.
Bakışa öyle “ani’l-merkez” bir açılım kazandırmalı ki, aşmalı “ef’âl” dairesini, “âsâr” dairesini, “esmâ” dairesini; ulaşmalı “sıfât” dairesine ve bir yönüyle “Zât-ı Baht” dairesine; kapının eşiğine başını koymalı ve burada “Hû” deyip inlemeli!..“Ey bütün mahlûkat tarafından bilinen Rabbimiz, Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık!..” deyip inlemeli!..