Eriyen Oylar Sendromu ve ekonomik enkaz

"Sadece döviz-rezerv politikasına bakarak bile yarınını düşünmeyen bu politika adımlarının, ancak kendisine dair yarın iktidarda kalmayacağı tahayyülü olan bir politika iradesiyle atıldığını düşündürüyor."

SHABER3.COM

Uğur Gürses / ugurgurses.net*
“Eriyen oylar sendromunun” ekonomik enkazı

Çin’den başlayıp Türkiye’de de mart ayı başında etkili olmaya başlayan Covid-19 salgını ekonomide de sert bir dalga yarattı. Bu dalgaya Türkiye, son 2 yıldır taşıdığı ve “halının altına saklanmış” sorunlarla yakalandı.

Pandemi krizi ile başta turizm olmak üzere hizmetler kesiminde kaybedilen iç ve dış talebin yeniden yerine konması mümkün olamayacak. İhracat siparişlerinde de kayıplarla.

Ankara ise bu krize zaten “eriyen oylar sendromu” ile girmişti. Pandemi krizi öncesinde de 2019’daki yerel seçim hezimetinin toparlanması için maceracı bir ekonomi politikasına baş koyulmuştu.

Pandemi ile bu maceracı ekonomi politikasına yeni bir kılıf da bulunmuş oldu.

Ancak şu var ki; son 2 yıldır siyasette olduğu gibi ekonomide de dozu giderek artan “sıra dışı” baskıcı, örtüleyen, açık ekonomiye zarar veren politika adımları, pandemi sonrasında atılan diğer adımlarla ister istemez şu düşünceyi uyandırıyor: Yarını yokmuş gibi atılan bu adımlar ileride hepimize büyük bir enkaz miras bırakacak.

Rezerv eritici politikalar

Bunlardan birincisi, Merkez Bankası’nın rezervlerinin büyük bir politikasız çılgınlıkla eritilmesi. Buradan hedeflenen amacın da yine Merkez Bankası ve bankacılık sistemine kurulan ağır baskı ile düşürtülen faiz oranlarının getirdiği döviz kuru baskısının rezervleri eritmek pahasına sınırlamak olduğu çok açık.

Öyle ki bir önceki yazıda not düşmüştüm; Merkez Bankası’nın yaklaşık 40 milyar dolarlık altın rezervleri hariç bilançoda görülen döviz rezervleri mayıs sonunda 54 milyar dolar iken, döviz kuru baskısını dizginlemek için satılan dövizler belli olmasın diye “vitrin düzenlemesi” için yapılan swap işlemlerinden oluşan borç dövizlerin miktarı 51.8 milyar dolardı. Yani döviz rezervleri eritilmişti.

Sadece bununla kalınsa iyi; kamu bankaları, Merkez Bankası’nın “arka kapısından” kendilerine verilen dövizleri sattıkları gibi, kendi bilançolarında da açık pozisyon yaratmaya başlamışlardı. Son 10 yılda neredeyse kur riski taşımaktan kaçınan, 1 milyar doları bile geçmeyen döviz eksiği ya da fazlası taşıyan kamu bankalarının, bu yılın başından itibaren giderek artan biçimde açık pozisyon taşımaya başladıkları gözleniyor. Açık pozisyon, döviz yükümlülüklerini karşılayacak döviz varlıklarını azaltmak demek. Kamu bankalarının açık döviz pozisyon toplamı 10 Temmuz haftası 9.7 milyar dolara çıktı.

Merkez Bankası’nın da altın dahil rezervleri de dikkate alınarak bakılan açık pozisyonun da kabaca 35 milyar dolara eriştiği hesaba katılırsa; Ankara’da ekonomi politikasını yönetenler kamu bankaları ve Merkez Bankası eliyle 45 milyar dolar açık pozisyon yaratmış durumdalar. Kurlardaki yüzde 10’luk bir artışın yaratacağı kamu zararının, bugünkü kurlarla 30 milyar TL gibi yüksek bir bedel olması yeterince endişe verici bir tablo sunuyor.

Bu yılın sadece kalan 6 ayında turizm gelirlerinde 20 milyar dolarlık bir girişten yoksun kalacağımız hesaba katılırsa hem bu döviz rezervini eritmek hem de toplumun vergileriyle ödeyeceği devasa bir kur zararı yaratmak akıl alır gibi değil.

Sadece döviz-rezerv politikasına bakarak bile yarınını düşünmeyen bu politika adımlarının, ancak kendisine dair yarın iktidarda kalmayacağı tahayyülü olan bir politika iradesiyle atıldığını düşündürüyor.

Kaldı ki devasa bir kredi büyümesi ile sisteme pompalanan Türk Liraları, döviz açığı derinleşen Türkiye’nin parasını da ileriye dönük olarak hala potansiyel değer kaybı işe yüz yüze bırakıyor.

Kredi balonu

Bir başka tablo da Ankara’dan tüm ekonomi politikası otoritelerince pompalanan kredi çılgınlığında var.

Sadece pandemi döneminde (6 Mart-10 Temmuz) bankacılık sisteminde Türk Lirası kredilerin miktarı 400 milyar TL’ye yakın arttı. Bu üç ayda yüzde 23, basit yıllıklandırılmış olarak da yüzde 93’lük artış demek. Bu kredi büyümesinin de yüzde 65’ini kamu bankaları sağladı.

Kredi baskısı öyle bir hal aldı ki; ekonomi yönetimi, Merkez Bankası, BDDK başta tüm kurumlar bankaları daha fazla kredi vermeleri için düzenlemeler ve yan yollarla baskı altına aldılar. Merkez Bankası bankaların verdikleri kredileri baz alan zorunlu karşılık uygulamasından, BDDK da “aktif rasyosu” adı altında bankaları kredi vermeye zorlayan uygulamayı devreye sokmuştu.

Hemen pandemi öncesinde de ocak ayında, Rekabet Kurumu bankalara baskın yapıp bazı belgelere el koymuş, sonra da 20’den fazla banka hakkında mevduat, kredi, döviz ve aracılık hizmetlerinde yasayı ihlal edip etmediklerine dair ön araştırma başlattığını açıklamıştı.

Bankaları kredi vermeye zorlayan kararların hiçbirinde potansiyel risk unsurları uygulamanın mihenk taşı yapılmamıştı; “Krediyi verin kalan sağlar bizimdir” zihniyeti kendini belli ediyordu. Oysa 2018 krizinden sonra ekonomideki yavaşlama ve durgunluğun mevcut kredi portföylerine getirdiği bozulan risk tablosunun bir kısmı “yeniden yapılandırmalar” ile halı altına süpürülmüş durumdaydı zaten.

Bir de pandeminin ekonomiye getirdiği şok ile potansiyel hasarlar daha da büyürken, devasa bir kredi genişlemesi ile bunun üstüne giderek çözülmesi mümkün değildi. Ankara, olağanüstü kredi büyümesi ile sadece mevcut hasarların bir süre su yüzüne çıkmamasını sağlamış olunacağı gibi, gelecekte de potansiyel yeni hasarlara yeni bir kapı açılmış oldu.

Son 2 yılda bankacılık kesiminde kredi büyümesinde kamu bankalarının payının hızla arttığı, özel ve yabancı bankaların ise kredi büyümesinde isteksiz oldukları dikkate alınırsa kamu bankalarının, ekonomik durgunluğun derinleşmesi halinde kredi batıklarının artacağı, bunun da vergi mükelleflerince yani tüm toplumca ödeneceği biliniyor. Siyasi direktifle açılan kredi musluklarının getireceği kredi batıklarının, özel kesimce verilen kredilerde ortaya çıkacak batıklardan yüksek olması sürpriz değil.

Son 3 aydaki kredi artışının yaklaşık yüzde 10’u konut kredilerinden oluşuyor (37 milyar TL). Bunun da düşük faizle birlikte konut satışlarını arttırdığı görüldü. Ankara’nın beklentisi, inşaat kesimine ekonomik canlanma için bir ivme sağlaması idi. Oysa Konut satış verileri gösteriyor ki; konut kredileri ikinci el satışları yükseltti. Nisan-Haziran dönemindeki birinci el satışlar, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 8 aşağıda iken, ikinci el satışlar yüzde 28 üzerinde.

Belirgin biçimde ikinci ele kayış gözleniyor. Bunun da mevcut yeni bitmiş inşaat stokuna pek de yararı olmadığı gibi, inşaat kesimine de potansiyel ilave talep yaratması da pek olası görünmüyor.

Ankara şunun farkında; 2018’den bu yana gelen ekonomideki yokuş aşağı düşüş pandemi ile daha da hız kazanacak, seçmen nezdinde oy erimesi de.

İktidar partisinin bu erimeyi yavaşlatmak (belki de geri kazanmak) için “son kurşunları” kullanma çabası, ekonomide geleceğe taşınan çok büyük hasarlar anlamına geliyor; partiyi kurtarmak için ekonominin geleceğini ve toplumun ödeyeceği faturayı büyütmek.

İktidar partisi, oylarındaki erimenin arttığını ve muhtemel bir seçimde iktidarı kaybetme olasılığının güçlü olduğunu görüyorsa, ekonomide kendisi için “siyasi beka için tüm mühimmatı sonuna kadar kullanma” anlamına gelen, ama ülkenin yurttaşları için de “devasa bir enkaz” miras bırakılması anlamına gelen bir süreci hızlandırdığı çok açık.

Bütçe açığı vakumu

Üçüncü bir unsur da bütçe açığı. Pandemiden önce de giderek hızlanan bir bütçe açığı sorunu vardı. Türkiye’de son 10 yılında 50 milyar TL’yi geçmeyen yıllık bütçe açığı, 2018’de “başkanlık sistemine” geçişle birlikte, Haziran 2020’de henüz pandemi etkisini de pek içermeyen haliyle 154 milyara ulaştı.

Geçmişte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi söyleminde övünerek çokça dillendirdiği düşük faiz giderleri de son 10 yılında 50 milyar TL’lik sabit çizgisinden “başkanlık sistemi” ile saptı ve Haziran 2020’de 120 milyar TL’ye ulaştı.

Bütçe açığında henüz bir şey görmedik; zira gelecek dönemde daha büyük açıklara gebe. Pandemi nedeniyle hem gelir kayıpları hem de artan harcamalar açığa yeni rekorlar kaydedecek. Ayrıca, döviz kuruna endeksli altyapı ve şehir hastaneleri için kamu bütçesi adına taahhüt ve verilen garantiler nedeniyle artan bir “koşullu yükümlülükler” harcamaları yükü göreceğiz.

Yarın yok mu?

Tüm bunlara bakınca, Ankara’nın kendi siyasi geleceği konusunda oldukça umutsuz olduğu bir tablo ortaya çıkıyor. Zira hiçbir iktidar, gelecekte kendisinin baş etmekte zorlanacağı, hatta daha fazlası “baş edemeyeceği” bir ekonomi tablosunu ortaya çıkaracak ekonomi politikası izlemez.

“Oy erimesi yaşıyorsam, bunu ortadan kaldırmak için gelecekte ekonomik olarak devasa sorunlar (enkaz) yaratacak bile olsa bu politikaları izlemekten kaçınmam” anlamına gelecek bir tablo var önümüzde.

“Parti yararı-ülke yararı” terazisine konulduğunda, hiçbir biçimde kefelerin birinin yararına olacak politikalar değil bunlar. Ehil bir ekonomi politika yapıcısı olsaydı; bunun her iki kefeye de yararının olmadığını tersine ülkenin geleceğine yük yarattığının farkında olurdu.

Görünen o ki Türkiye’de ekonominin normalleşmesi için siyasetin normalleşmesini beklerken, bu normalleşmeyi potansiyel bir uzlaşma ile kuracak olan siyasi partileri daha fazlası bekliyor; zor temizlenecek bir ekonomik enkaz.

*Uğur Gürses'in kisişel blogundan alınmıştır
<< Önceki Haber Eriyen Oylar Sendromu ve ekonomik enkaz Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER