Kapitalizm ile
demokrasinin kan uyuşmazlığı, özellikle
Avrupa’da etkisini hissettiren
ekonomik krizle bir kez daha kendisini gösterdi.
Kapitalizmin temel amacı mümkün olan en yüksek kazancı yaratmaktır. Oysa, demokrasinin yoksulların çoğunluğu olması kaçınılmazdır.
Yoksulların oyuyla iktidara gelen partiler de kendi
seçmen tabanını zayıflatacak kararlar almaktan kaçınır, kapitalist görüşe göre, ekonomiye gereksiz müdahalelerde bulunarak
sistemin işleyişini aksatır.
Hatta özel mülkiyeti ortadan kaldıracak kadar ileri gidebilir.
Bunun karşısında da emekçiler ve sol politikalar, bu korkuyla hareket eden piyasa güçlerinin demokrasiyi
tasfiye edebileceği görüşünü seslendirir.
Bu çatışmanın dışa vurumunu ve uygulamasını bugün
İtalya ve
Yunanistan’da açık biçimde görüyoruz.
Seçmen tabanını kaybetmekten korkan ve demokratik yollarla iktidara gelen
Papandreu ve
Berlusconi krizin zorunlu kıldığı ekonomik tedbirleri almaktan kaçındılar.
Bu tedbirlerin alınması, işsizlik, çalışanlar için ücretlerin azalması, gelir azalırken artan vergiler, sağlık, eğitim ve
ulaşım gibi temel hizmetlerde kalite kaybı anlamına gelecekti.
Hiçbir demokratik
toplum böyle bir uygulamaya giden parti ve kadroları desteklemez.
O nedenle de, özellikle de kriz dönemlerinde, demokratik yollarla işbaşına gelen iktidarlar da bu kadar sert önlemler alamazlar.
Ancak, bankaların tahsil etmek durumunda olduğu trilyonlarca dolar sözkonusu.
Burada
finans kuruluşları devreye girer.
Daha 2 yıl önce verdikleri yalan yanlış raporlarla çökmüş şirketlere AAA notu veren derecelendirme kuruluşlarının ülkelerin notunu kırması bir anda önemli olur.
Derecelendirme kuruluşları itibar, onların ortağı finans kuruluşları da güç kazanır.
Bu yolla, her ülkeye farklı
faiz uygulamasına giderek
hedef aldıkları yönetimin boynundaki ilmeği daraltır.
İflas seçeneği gündeme gelemez bile çünkü bulaşıcıdır ve tüm sistemi, bununla birlikte alacakların tahsilatını olanaksız hale getirir.
Finans kuruluşlarının IMF,
World Bank gibi destekçileri de vardır.
Sonuçta finans sermayesinin dediği olur ve verdikleri
muhtıra etkisini gösterir.
Papandreu ve Berlusconi
istifa eder, yerlerine bizim Karaosmanoğlu,
Özal veya Derviş adlarıyla tanığımız, uluslararası sermayenin mutemetleri gelir.
Seçilmişlerin oy korkusuyla alamadıkları kararları alırlar
ve ‘’piyasaların güvenini’’
kazanırlar.
Reform adı altında yaptıkları, bankaların alacaklarını garanti altına almaktır.
Bugün Yunanistan ve İtalya’da olanlar bizim 1971, 1980 ve 2000’de yaşadıklarımızın bir başka çeşididir.
Aynı zamanda küresel sistemin alacağı şeklin önemli ipuçlarını alır.
Aslında 1789 Devrimi ile ortaya çıkmış bir modelin yavaş yavaş tarih sahnesinden çekilmesine tanıklık ediyoruz.
Ulus-devlet ve egemenlik kavramları, tarih sahnesine çıktıkları Avrupa’da hızla güç kaybediyor, anlamlarını yitiriyor.
Bir halkın egemenlik hakkını kullanarak seçtiği siyasetçiler istifaya zorlanıyor, yerlerine küresel sisteme uygun davranacak teknokratlar geliyor.
Böyle bir tabloda, finans sermayesinin Arap coğrafyasında demokrasi istediğine inanmak biraz safdillik olur.
Onlar, Batı pazarında kaybettikleri kazancı telafi edecek yeni pazarlar arıyorlar.
Bunun için diktatörlerin sahneden çekilip yerine
tüketimi artıracak ve Batı sistemiyle uyumlu çalışacak kesimlerin işbaşına gelmesi şart.
Bugün bu Mısır’da yarı-askeri bir parlamenter sistem, Irak’ta federasyon modeli.
Yarın oralarda da teknokratlar işbaşına gelebilir veya
Avrupa Birliği gibi bir
Arap Birliği modeli yaratılabilir.
Bu gidişatın bizim kökten-laikçi Ulusalcılar için olumlu tarafı, Batılı tüketim ekonomisinin seküler modele dayanması olabilir.
Kötü kısmıysa, egemenlik hakkının giderek kısıtlanması hatta yok olmaya doğru evrilmesi.