Uzun lafın kısası şu: Kendini siyasi
iktidar yerine koymaya kalkan medya,
tasfiye olur.
Demokratik bir toplumda siyasi partilerin de, medyanın da yeri bellidir.
Roller karışırsa
arıza çıkar.
Türkiye 28
Şubat esnasında ve sonrasında böyle bir durumla karşı karşıyaydı.
Siyaset kurumu askerin baskısı, toplumun giderek azalan desteğiyle iyice zayıflamıştı.
İktidarlar ayakta kalmak için kartel medyasına muhtaç hale gelmişti.
Kartel medyası da bu desteği bol bol verdi.
Ama elbette bedava değil.
Karşılığını da bol bol aldı.
Banka olarak da,
benzin istasyonu olarak da aldı.
Almakla kalmadı, rakiplerinin tasfiyesini de sağladı.
Mehmet
Emin Karamehmet’in
bankalarına elkonma süreci bu açıdan ibretliktir.
Özetle, medya askerle
işbirliği içinde siyasi iktidara ortak oldu.
İstediği yasayı çıkarttı, istediği bakanı değiştirtti.
2002 seçimleri bu açıdan bir dönüm noktası oldu.
AK Parti medya desteğiyle değil, medyaya rağmen işbaşına geldi, bu önemliydi.
Kartel medyası dağılmış, SABAH ittifaktan kopmuştu.
Aslında ilk dönemde herkes yerini ve haddini bilir haldeydi.
Film,
Hilton ve
rafineri izninde koptu.
“411 el kaosa kalktı” manşeti ve el altında tutulan
Deniz Feneri dosyası piyasaya sürüldü.
Üstelik doğrudan
Başbakan Erdoğan
hedef alınarak.
Ancak dediğim gibi devir değişmişti, artık değil hükümet belirlemek, düşürmek gücü de yoktu.
“Muhtar bile olamaz” denilen kişi, başbakan olmuştu hem de büyük bir
halk desteğiyle.
Kazanılamayacak bir savaş açılmış, gerçek görüldüğünde iş işten geçmişti.
Karalama amacıyla atılan her başlık Erdoğan’ı daha da güçlendirdi aslında.
Sonunda etki-tepki meselesinde olduğu gibi, güçlü medyayı, güçlü
siyaset dönemi izledi.
Yaşadığımız tasfiye değil, medyanın asli işlevine dönme süreci.
Yargı ve tükeniş
Aslolan tutuksuz yargılama, tutukluluk istisnadır.
“Katiller serbest kalıyor” çığlıklarıyla süresiz tutukluluk haline yeşil ışık yakamayız.
10 yıl tutukluluk bir hukuk devleti için utanç kaynağı olmalıdır. 10 yıl sonra sağlanan
adalet, adalet değildir zaten.
Bunu savunurken, toplumun adalet duygusunu da zedelememeyiz.
Bireyin
özgürlük hakkıyla, toplumun adalet duygusunun tatmini arasında bir çelişki görülüyor olmasının temelinde, Türkiye’de yargının içinde bulunduğu perişan durum yatıyor.
Kendini, yasama ve yürütmenin üstünde gören yargının, tıpkı asker gibi, kendi alanını dokunulmaz görmesinin bu durumda payı büyük.
Siyasetin
düzenleme talebinin müdahale olarak görüldüğü bir zihniyet hakim özellikle yüksek yargıda.
Sonuç,
mafya çeteleriyle ilişkiden kaçınmayan, zamanaşımı konusunda
rekor kıran, dünya hukuk literatürüne katkıda bulunamayan, hepsini bir kenara bırakın adaleti sağlayamayan bir yargı düzeni.
Bu yapının baştan aşağı yenilenmesi şart.
Son gelişmeler, hızlı bir reform süreci için gerekli halk desteğini sağlamış durumda.
12
Eylül değişikliğinde sağlanamayan partiler ittifakı bu kez sağlanabilir.
Partiler anlaşırsa, çok kısa zamanda sonuç alınır.
Türkiye’yi arkaik bir yargı sistemine mahkum etmeyin lütfen.
Herkes ve her konu kutsal
Demokratikleşiyoruz, liberal kültür yerleşiyor derken “kutsal”lar hemen devreye giriveriyor.
Önce “Hür Adam”, şimdi “
Muhteşem Yüzyıl...”
Can Dündar’ın “Mustafa”sında da benzer bir
kıyamet kopmuştu.
İran’dan farkımız
ölüm fermanı vermemiz, yoksa hoşgörüsüzlük seviyesinde fark yok.
Bakalım “Şeytan Ayetleri” türkçeye çevrilince yeni bir kıyamet kopacak mı?
Kanuni Sultan Süleyman harem,
içki düşkünü gösteriliyormuş.
Bak sen.
Adam içki içmez, kadına el sürmezmiş herhalde.
Haremini de kadın koleksiyonu yapmak için kurmuş.
Atatürk filminde de benzer tepkiler olmuştu, sanki siroza üşüttüğü için yakalanmıştı.
Bir de Said-i
Nursi, Atatürk’ün önünde nasıl bacak bacak üstüne atar geyiği var. En iyisi, bütün filmleri devlet yapsın, ecdadımızın ruhu incinmesin.