Ajan Profesör


Müşerref Akay Türk Bayrağı’ndan yapılma elbisesi, elinde küçük bir Türk Bayrağı ile çıkar “Türkiyem, Türkiyem, cennetim” diye bir şarkı söylerdi. Kürt’e dağ Türk’ü denilen, baskının, faşizmin hüküm sürdüğü yıllardı. Hani 28 Şubat ve bayrak mitingi döneminde kimi popçuların 10’uncu yıl marşı söylemeleri gibi. Bu marşı söyleyip askerlikten kaçmak için yurtdışında okuyormuş gibi görünmeleri ayrı bir hikaye tabii. Her dönemin bir şarkıcısı oluyor, kimi sürgünde ölüyor, kimi marşçılığı seçiyor. Neyse günümüze dönersek Müşerref Hanım’ın şarkısını günümüze uyarlamamız ve “cennetim” yerine “cinnettim” dememiz gerekir. Baksanıza Adli Tıp Enstitüsü’nü kuran ve 18 yıl başkanlığını yapan hanım, askerlerin ajanı çıktı. Ahmet Altan’ın deyimiyle ajan profesör. Meslekdaşlarını sayfalar dolusu raporlarla 1. Ordu Komutanlığı’na jurnallediği anlaşıldı, yazdığı raporlar dava dosyasına girdi. Amacının kurumun asker denetimi dışına çıkmasını önlemek, işkenceler veya kuşkulu ölümlerde devleti ve askeri rahatsız edecek raporlar verilmesinin önüne geçmek olduğu anlaşılıyor. Hipokrat yemini etmiş bir hekim, meslek etiğini çiğneyerek devletten yana tavır alınması taraftarı olduğunu belirtiyor. Bunun karşılığını da makam, güç ve devlet yetkilileri önünde itibar görerek alıyor. Öyle ki, kendisi emekli olunca da ortada bırakılmıyor, Türkiye’nin en büyük ve etkili gazetesine yazar olması sağlanıyor. Ergenekon Davası olmasa bu gerçeği öğrenemeyecektik. Taraf gazetesi bir kaç gündür bu konunun üstüne gidiyor. Bu konu önemli çünkü, devlet adına suç işleyen, işkence yapan, adam öldürenler bu kurumun raporlarıyla aklandı. Şimdi o raporların bilimsel ve bağımsız olarak yazılmadığını, 1. Ordu’nun talimatları doğrultusunda yazıldığı ortaya çıkıyor. Konu önemli çünkü Ergenekon-üniversite-medya bağını açıkça ortaya koyuyor. Rektörlerin bu davada işi ne diye soranlara, tokat gibi bir cevap. Öylesine yüz kızartıcı bir durum ki, utançlarından ortaya çıkıp kendilerini savunamıyorlar. Sadece bu mu? Emniyet teşkilatının iki numaralı ismi, ünlü bir uyuşturuca kaçakçısının ortağı olmaktan tutuklandı. Yani, polis, müdürünü yakaladı. O müdürü, “Zorda kalınca muhbiri açıkladı” diye manşete çekip kim aklamaya çalıştı. Sevil Atasoy’u yazar yapan gazete, yani Hürriyet. Bunlar tesadüf mü? Uyuşturucu kaçakçısını yakalamakla görevli müdür, oğlunu kaçakçıyla ortak yapıyor. Sıkışınca, “muhbirimdi” diyor, bir gazetede alıp bunu manşete çekiyor. O müdür “olağan bir şüpheli” olması gerekirken mesleki basamakları nasıl böyle hızla tırmanıyor, önünü kim açıyor, cevap bekleyen bir soru. Hangi medya gücü, hangi siyasi mekanizma bunu sağlıyor, Türkiye cevabını bulmak zorunda. Münevver cinayetinin ısrarla üzerine giden medyamız belki bunların da üstüne gider. Gitese de, gitmese de, ortada bir gerçek var: Geçmişte kalan bir deyimle, “Türkiye bağırsaklarını temizliyor.” Üniversiteden Silahlı Kuvvetlere, Emniyet Teşkilatı’ndan medyaya kadar tüm karanlık ilişkiler, rezillikler ortaya çıkıyor. Çürük elmalar ortaya çıkıyor ve ayıklanıyor. Ne oluyor diye korkmayın. İyi ki oluyor diye sevinin. Bu kan yetmez mi Sayın Baykal? CHP lideri Deniz Baykal Avrupa Birliği büyükelçilerine demokratik açılım olursa Türkiye’nin kan gölüne döneceğini söylemiş. Kendisi Ankara’nın Doğu’suna pek gitmediği için farkında değil diyeceğiz ama yetkililerin her fırsatta açıkladığı 40 küsur bin ölü rakamına da mı itibar etmiyor. Türkiye’nin kan gölü olması için daha kaç bin kişinin ölmesi gerekiyor. Yugoslavya benzetmesinin anlamsızlığı bir yana, Sayın Baykal kan gölünden ne anladığını açıklarsa memnun olurum.

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER