Sıcak bir
Mayıs günü
Hürriyet Haber Ajansı’nın o zamanki Genel Müdürü
Taner Atilla elinde bir
faks mesajıyla salona girdiğinde, ne o, ne de ben hayatımın en önemli dönüm noktalarından biriyle karşı karşıya olduğumuzun farkındaydık.
Yıllardan 1988, aylardan Mayıs’tı.
Salonun girişinde elinde faks mesajıyla duran Taner Atilla’nın ‘moda değimle, bir kağıt parçasıyla durup ‘
Amerika’dan bir şey kazanmışsın’ diye bağırdığında, hayalimin gerçek olduğunu ve Stanford Üniversitesi’ne kabul edildiğimi anlamıştım.
1987’nin
Ağustos ayında
Umur Talu’nun çağrısı üzerine İzmir’den İstanbul’a gelmiştim.
Aslında İzmir’de kalmaktan yanaydım ama orada yapacak bir şey kalmamıştı.
Söz Gazetesi ile basın tarihini değiştirme iddiasındaydık.
Aradan çok yoğun geçen bir
hazırlık devresi olan altı ay geçti ve gazetenin çıkacağı günün sabahı kendimizi bir anda kapının önünde bulduk. Daha doğrusu inanmadığımız bir gazeteyi yapmaktansa, işsiz kalmayı
tercih ettik. Aradan 20 yıl geçip 50 yaşıma merdiven dayadığımda da aynı şeyi yapacağımın o zaman elbette farkında bile değildim.
O kadroda kimler yoktu ki; Umur Talu, Mehmet Yasin, Erhan Key, Murat Köprü, Vahap Munyar,
Deniz Som, Reha Mağden ve ismini şimdi hatırlamadığım veya sayamayacağım 30-40 gazeteci.
Geride kalmayı seçen
ekip arasında
Salih Memecan,
Hıncal Uluç, Nadire Mater, İpek Çalışlar,
Salih Memecan, Mustafa Sönmez, Güldal Kızıldemir gibi isimler vardı.
Onlar Ercan Arıklı’ya en yakın isimler arasındaydı ve ölü doğmuş bir gazeteyi ayakta tutabilmek için 3-4 ay kadar mücadele verdiler.
Bizlerse işsiz geçen bir ayın ardından Umur Talu’nun çabalarıyla Hürriyet’e girdik ve
itiraf etmek gerekirse, hemen hepimiz çok mutlu olduk.
Hürriyet tam bir devlet dairesi havasındaydı.
Öyle ki, Umur Talu Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmenliği’ne giden yolu elinin tersiyle itip Milliyet’e geçmeyi tercih etti.
Bense, o sırada Murat Köprü’nün getirdiği bir duyuru sayesinde Stanford Üniversite’ne başvurdum.
Olumlu
cevap geldiğinde gazeteciliği bırakıp avukatlığa dönme aşamasındaydım.
O cevap, meslek hayatımı ve beni, o zamanlar farkında olmadığım ölçüde etkileyecek ve dönüştürecek bir sürecin başlangıcıydı.
1988’in Ağustos ayında karımla birlikte
San Francisco’ya ayak attığımızda aya inmiş gibiydik.
20 yıl öncesinin İstanbul’u ile San Francisco arasında onlarca yıl fark vardı.
İlk fark ettiğimiz elbette dış
görünüm ve tüketimle ilgili olanlardı.
Birey hakkı, hukukun üstünlüğü, farklı inançlara, fikirlere, kültürlere,
yaşam biçimi ve cinsel tercihlere saygı konusundaki farkı görebilmem için Stanford’da ciddi bir zaman geçirmem gerekecekti.
Aradan 20 yıl gecti.
Hem
Türkiye, hem Amerika çok değişti.
Açıkçası ben de.
Teknolojik olarak Amerika elbette çok ciddi adımlar attı ve iletişimden eğlence hayatına kadar bir çok alanda
devrimci değişimlerin öncülüğünü yaptı.
Ama 20 yıl sonra geri dönüp baktığımda, Türkiye’deki değişimin de kendi açımızdan bundan geri kalmadığını düşünüyorum.
Türkiye son 20 yılda kendi çocuklarına anlatmakta zorluk çekeceğim bir değişim, dönüşüm sürecinden geçti.
Sessiz bir devrim sürecinden geçtik aslında ve bu yolda ciddi bedeller ödedik.
Hala yarı sosyalist sayılabilecek bir ülkeden liberalizmin kalesine gelmiştik.
Kürtçe’nin adını bile anmanın
yasak olduğu bir coğrafyadan İspanyolca’nın ikinci dil olarak kabul edildiği bir eyalette bulmuştuk kendimizi.
Ve henüz 11 Eylül’ün yaşanmadığı bir atmosferde Türkiyeli ve
Müslüman bir ülkeden olmanın sıkıntılarını da yaşamıyorduk.
O dönemin kıymetini anlamak için 11 Eylül’den sonra bir
New York ziyareti yapmamız ve Amerika ziyaretlerine uzun bir süre ara vermemiz gerekecekti.
O yıllarda kendisinden
ders aldığım ‘Condi Rice’ yıllar sonra Amerika’nın ilk siyahi kadın Dişişleri Bakan oldu. Bugün ise Beyaz Saray’da siyahi bir başkan oturuyor.
20 yıl sonra Türkiye de, Amerika da, ben de çok değiştik.
Amerika’ya ilk geldiğimde ciddi bir
ekonomik kriz vardı.
Clinton yılları henüz uzaktaydı.
20 yıl sonra San Francisco’dayım ve Amerika bu kez tüm dünyayı sarsan dev bir krizle karşı karşıya.
Maalesef bizi de ‘teğet geçmeyen’ bir kriz bu.
Bir kaç gün boyunca 20 yıl öncesinin Türkiye’si ile Amerikası’nı kıyaslamaya çalışacağım.
Belki gençler bugünün kıymetini daha iyi anlar ve daha iyi yarınlar için çabasını artırır.