“Nefs-i Emmâreme Bir Sille-i Te’dib” başlığı altında Bediüzzaman Hazretleri, “Kendilerine verilenlerden ötürü ferah fahür olan öbür taraftan yapmadıkları işlerden dolayı övülmekten sevinen kimseler azaptan kurtulacaklarını zannetmesin, sen de onlar için bir kurtuluşun olduğunu sanma!.. Çünkü onlar o can yakıcı bir azap vardır.” (Âl-i İmran Suresi, 3/188) âyetini izah ederken diyor ki:
“Ey fahre (övünmeye) meftun, şöhrete mübtelâ, medhe düşkün, bencillik ve kendini beğenmişlikte eşsiz sersem nefsim! Eğer binler meyve veren İNCİR’in menşei olan KÜÇÜCÜK ÇEKİRDEĞİ ve kendisine YÜZ SALKIM takılan ÜZÜM’ün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları KENDİ HÜNERLERİ olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dava ise, senin dahi sana yüklenen nimetler için fahirlenmeye ve gururlanmaya belki bir hakkın olabilir. Halbuki sen (ey hep kötülük emreden nefsim) daima zemmedilip yerilmeye müstahaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin zayıf, küçük bir iraden bulunmakla, o nimetlerin kıymetini fahirlenip övünmekle azaltıyorsun, gururlanmakla tahrip ediyorsun, yaptığım nankörlükle iptal ediyorsun ve sahiplenmekle gasbediyorsun. Senin vazifen övünmek değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil tevazudur, utanmaktır. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedamettir. Senin kemâlin ve faziletin hodbinlik (bencillik) değil, hüdâbinliktir. (Allah marifetinde derinleşip hidayet yolunu tutmaktır. )” (On Sekizinci Söz, Birinci Makam)
Bu âyet-i kerimede en mühim iki husus var. Birincisi, Cenab-ı Hakkın yaratıp verdiği ihsan ve ikramlarla, sanki o nimetlerin sahibi kendisi imiş gibi insanın övünmesi… Bu vücud ve ona bağlı kabiliyetler, akıl zekâ gibi donanımlar bizim eserimiz değil ki, onlarla gururlanıp övünelim, sevinelim. Onları Cenab-ı Hak yaratıp bizlere vermiş… Bu gurur ve kibir ne oluyor? İkincisi, yapmadığımız şeylerden, işlemediğimiz amellerden dolayı övülmeyi sevmemiz yani sanki onları biz yapmışız gibi hak gasbında bulunmamız… Ama maalesef insan nefsinde böyle bir arzu var. Çoğu zaman da insan toplulukları farkına varmadan bir topluluğun çalışma ve gayretiyle meydana gelen bir güzelliği bir başarıya o işin önünde görülenlerine veriyorlar. Koskoca bir millet erleriyle, hatta kadınıyla, erkeğiyle hatta çoluğuyla çocuğuyla bir istiklâl zaferi kazanıyor ama bunu tek bir kişiye veriyorlar. O kişi tek başına bir kurtarıcı oluyor. Bunda iki şey var. Birincisi bir milletin bir toplumun yaptığı, onların emekleri, fedakârlıkları ve cefâkarlıklarıyla yapılan işler bir kişiye mâl ediliyor ve şirk işleniyor; Allah’ın inayeti ve o kadar insanın say ve gayreti bir kişiye verilip putlaştırılıyor. Allah’ın hârika inayet ve nusreti unutulup, teker teker gayret gösteren insanların emekleri silinip yok ediliyor. Meddahlar vasıtasıyla ve algı operasyonlarıyla bu haksızlıklar yapılıyor. Aslında burada daha derin ve ince bir husus da var. O da şu; “Sizi de yaptığınız iş ve amelleri de yaratan Allah’tır” ) (Saffat Suresi, 94-100. ) âyetine göre, zaten yaptığımız güzel ve hayırlı şeyleri de Allah yarattığı için, bizim övünmeye, gururlanmaya, hele hele kibirlenmeye hiçbir hakkımız yok… Bu âyetleri ve Üstadımızın bu izahlarını çok iyi mütalaa edip ince ince ve derin derin düşünmemiz lâzım…
Hz. Üstad, Lemaat Risalesinde, güzelliklerin ve şereflerin, reislere ve baştakilere peşkeş çekildiğini, fenalık, kötülük ve çirkinliklerin, avama ve alttakilere taksim edildiğini şöyle ifade ediyor: “Gâlip gelen bir aşirette şeref hâsıl olunca ‘Hasan Ağa âferin’ denilir. Hâsıl olan şer ise efrada, olur nefrin… Beşerde şerr-i hazîn.” Yani büyük bir aşiret bütün fertleriyle bir zafer kazanıyor ama âferin şeref ve taltifini Hasan Ağa alıyor. Ama bir mağlubiyet varsa, bütün fertlere nefret yağıyor mesela “Allah cezanızı versin, beceriksiz herifler!..” deniliyor. Halbuki mükafatlar bütün efrada taksim edilip paylaştırılmalı. Kusur ve hatalara gelince, onlar sorumlu başlara verilmelidir. Tâ ki, durum muhakemelerini ve derin muhasebelerini yapıp bir daha hatalara düşmesinler kusurlu hareketlerde bulunmasınlar… İbret ve ders alma olmazsa, hatalar katlanır gider…
Yapılan hizmetler ve gösterilen gayretlerde fertler takdir ve iltifat edilirse, herkes üzerine düşeni en güzel şekilde yapmak için elinden geleni yapmaya çalışır. Bir nevi, ferdin çiçek açması, kendi rengini ve güzelliğini potansiyel durumdan fiilî hâle getirmesi tetiklenmiş olur.
Şimdi öyle fedâkârlar var ki, dağlar aşılmış ve dere tepe denilmeden köy köy her taraf dolaşılmış zekâ tohumları toparlanıp tahsil ettirilerek ülkenin geleceği güzelleştirilip zenginleştirilmiş… Başlara taç bu güzel gayretlerin sahiplerini bugün hiçbir iş yapmamış bir sıradanlık içinde çim biçerken, ortalığı süpürürken, hatta inşaatta çalışırken, pizza dağıtırken şahit oluyorsun ve gözlerin doluyor… Bu sessiz kahramanlar, bu mütevazi yiğitler hiçbir hakkı temettuda bulunmadan sessiz sâkin arkalardan yürüyüp geliyorlar. Hiçbir hak talepleri yok… Ama dünyanın pek çok yerinde onların yetiştirdikleri elitlerle, akademisyenlerle karşılaşıyorsunuz… Çok iyi biliyorsunuz ki, onları Anadolu’nun bir dağ köyünden, bir çadırından getiren cefakâr ağabeyi hiçbir şey yapmamış ve sanki hiçbir şeyden haberi yok gibi bir kenarda çoklarımızın yüksüneceği basit gibi görünen işleri o yaşında yapıp durmakta hiçbir kimseye de en ufak bir şikayet ve sitemde bulunmamakta… Hep haline şükretmekte…
Abdullah Aymaz