Bir sonbahar gecesi sabaha doğru akıp gidiyordu.
Rüzgarlar ayrılık kokuyordu.
Telefonum acı acı çaldı.
“Hayırdır Ya Rabbi!”
“Hocaefendi’yi kaybettik.”
Dünya etrafımda dönmeye başladı.
Ne ölüm haberleri almıştım, ne acılar duymuştum ama hiç böylesine yaşamamıştım. Sular hiç bu kadar yüksekten düşmemişti.
O, bizim mor sümbüllü dağlarımızın hüzünle bakan maralıydı.
“Gitti gelmez bahar yeli… Şarkılar yarıda kaldı.”
Acımız çok büyük.
O bizim havamız, suyumuz gibiydi.
Hayallerimizde, sevdalarımızda, rüyalarımızda, şarkılarımızda o vardı.
Artık yok.
Yolun kalan bölümünü onsuz yürüyeceğiz.
Onu, hep gurbetteki pencereden gidenlerin arkasından hüzünlü bir tebessümle el sallarken hayal edeceğim. Üzerinde siyah polo bir kazak ve omzuna bürüdüğü bez rengi hırkasıyla hatırlayacağım.
Onunla aynı çağda yaşamaktan onur duyuyorum.
Çok az faniye nasip olan bereketli bir hayat yaşadı.
Ömrü hapislerde, sürgünlerde, gurbetlerde geçti. Hastalıklar bir gölge gibi hiç peşini bırakmadı.
“Allah’ın hazinesi geniştir. Herkesin O’ndan bir talebi vardır. Benimse iki saatlik deliksiz bir uyku.” sözü, onun gecelerinin nasıl delik deşik olduğunun hazin bir ifadesi.
Kürsüler yetim kaldı.
Beşinci Katlar yetim kaldı.
Işık evler yetim kaldı.
Bütün dünyaya yayılan yurtlar, okullar, etüd merkezleri, üniversite hazırlık kursları, üniversiteler yetim kaldı.
Çağlayan’a dönüşen Sızıntılar yetim kaldı.
Samanyolu, Zaman yetim kaldı.
“Yeni bir dünya kuruluyor.” diyen dünya çocukları yetim kaldı.
Dünyaya sığmayan hayalleri vardı.
Annesi Refia Hanım bir gece rüyasında hamur yoğurduğu tekneyi kaldırınca altında ay ve güneşi görüyor.
Rüyasını Alvarlı Efe Hazretleri’ne anlatıyor.
“Kızım sizin evden doğu ile batıyı barıştıracak biri çıkacak.”
Anne ve babanın ona farklı davrandıklarını diğer kardeşleri fark diyor. Bu da tıpkı Hazreti Yakub’un çocukları gibi kıskançlığa sebep oluyor.
“Biz de evladıyız. Niye ona bu ihtimam?” diyorlar.
Anne evlatlarını toplayarak;
“Yavrularım, siz, kardeşiniz Fethullah’ı kıskanmayınız.” diyor. “Resulullah Efendimiz gelmiş ve onun başını okşamış. Anladık ki doğu ile batıyı barıştıracak olan odur.”
Daha kendi doğmadan hayalleri, sevdaları uç veren insandı o.
Altı yedi yaşlarında Erzurum yaylalarında koyunların, kuzuların peşinden giderken, radyodan İkinci Cihan Harbi’nin dehşetini dinliyor. Her gün ölen insanları duydukça;
“Hayır, insanlar ölmemeli, bir şeyler yapmalı.” diyor.
Çocukluk hayalleri Demirperde’nin ötesine, Asya bozkırlarına, Sibirya buzullarına uzanıyor.
Edirne’nin dondurucu soğuklarında cami pencerelerinde, İzmir’de tahta kulübelerde yatıyor ama Anadolu’yu ayağa kaldırıyor.
“Kalk ey yiğit uykudan
Kalk ki bağrımda nalan” diyerek ortalığı velveleye veriyor.
Derin Anadolu'nun çığlığı oluyor.
Herkes o sesi seviyor.
Sözün gücü onunla geri dönüyor.
Önce Ege camilerinin kürsülerinden, minare gölgelerinden yükseliyor o ses.
Sonra bütün Anadolu’ya yayılıyor.
Anadolu uyanıyor. Anadolu insanın içindeki dev uyanıyor.
Önce Abdullah Aymazlar, Mehmet Ali Şengüller, İsmail Büyükçelebiler, İbrahim Kocabıyıklar koşuyor o sese.
İzmir’in bütün kahvelerini dolaşıyor.
Gençlere, “Bu kahve köşelerinde ömrünüzü çürütmeyin.” diyor.
Dağ başlarında, tabiatın asude köşelerinde kamplar kuruyor.
Tepecik’te ilk ışık evini açıyor.
Işık evleri birbirini takip ediyor. Her fakültenin bir veya birkaç evi oluyor.
Kendi elleriyle üniversite öğrencilerine yemek yapıyor, bulaşık yıkıyor, sohbet ediyor.
Lakin onun bitmek tükenmek bitmeyen hayalleri, sevdaları vardır.
1976 sonbaharında Hizmet Hareketi’nin ilk öğrenci yurdu Bozyaka’nın yamaçlarında gecenin en karanlığında parlayan bir ışık gibi parlamaya başladı.
Anadolu insanı sevdi bu modeli.
1980’lere gelindiğinde yurt sayısı seksenleri geçti.
12 Eylül darbesi de Sefiller’deki Jean Valjean gibi köşe bucak arandı.
Duraklarda, duvarlarda, billboardlarda boy boy resimlerinin sergilendiği o günlerde Anadolu’yu karış karış dolaştı.
“Dağılmayın, korkmayın, işinize devam edin.” dedi.
Toplantılarına, derslerine, mütevellilerine ara vermedi.
Anadolu’nun her köşe bucağında yurtlar, okullar, evler her an debisi yükselen nurlu bir nehir gibi artarak devam etti.
Milyonlarca gencin imanının kurtulmasına vesile oldu.
Ütopya yazarlarının ancak hayal edebildiği ideal bir nesil yetiştirdi.
90’ larda Demirperde yıkılınca Anadolu insanın yönünü bu defa Asya’ya çevirdi.
“Asya bizim sevdamızdır.” dedi. “On üç yaşımdan beri hep Asya’yı hayal ettim. Onu o kadar çok düşündüm ki, Allah’ın izniyle, zamanla bana açıldı sırrı. Ben durumu Efendimizin (s.a.v) bir müjdesi ve emri olarak algılıyorum.
Şimdi gitme vakti.
Gidin ki ağlayan gözler gülsün!”
Sonra yönünü Afrika’ya çevirdi.
Yangınlardan yangınlara koştu.
Sofralar kurdu.
Barış sofraları, kardeşlik sofraları, iftar sofraları... “Gelin, ne olursanız olun gelin!” dedi. “Bu ülke, bu dünya hepimizin.’’
Uluslararası bir barış elçisi gibi çalıştı.
Roma’ya gitti. Papa ile görüştü.
“Gelin, dinlerin gücünü kullanarak savaşları kavgaları önleyelim.” dedi.
Anadolu insanı bu yaptıklarını sevse de şer güçler sevmedi.
Ve 1999’un şubat soğuklarında ülkesini bütün bütün terk etmek zorunda kaldı.
Martin Luther King Merkezi’nin dekanı Prof. Carter’ın; “İslam dünyasında 15 yıl Gandi gibi bir ses aradım. Nihayet onu buldum.” dediği o ses bütün dünyada yankılanmaya başladı.
Lakin 15 Temmuz sonrası yapılanlar, atılan iftiralar yüreğini çok yordu.
Sevenlerinin, eli kelepçeli kadınların yaşadıkları hapisler, gaybubetler, Meriçler yordu. Hamile kadınlara, yaşlı insanlara yapılanlar yordu.
Ülke cehenneme döndü ama ateşinde en çok da o yandı.
Ciğeri yandı.
“Başım bir volkan gibi kaynıyor.” dedi.
Ne konulan buzlar, ne edilen dualar o yangını söndüremedi.
“Bahar gelecek. Mutlaka gelecek. O bahardan bir gün önce beni al Allah’ım! Ben baharı görmeyeyim.” dedi.
Ve sonbahar rüzgarlarında ayrıldı aramızdan.
Vazifesini hakkıyla yapmanın huzuruyla göçtü bu dünyadan.
Canlı cansız bütün varlıklar buna şahit.
Ege camilerinin kürsüleri, minare gölgeleri şahit…
Cami pencereleri, tahta kulübeler şahit…
Hasırlı odalar, ıslak seccadeler şahit…
Nihavend makamında okunan Kur’anlar, kılınan namazlar şahit…
Mihraplar, minberler, hıçkırıklardan kemikleri çatırdayan kubbeler şahit…
Ege Cansen’in ‘‘Bir gün bu okullar bütün bütün yıkılsa, harap olsa o okullardan geriye kalan son taş; burada bir zamanlar büyük bir medeniyet yaşandı, diyecektir.” dediği, kandil kandil dünyaya yayılan ışık evleri, yurtlar, okullar, üniversite hazırlık kursları, etüt merkezleri, üniversiteler şahit…
Bütün canlılar sussa bile cansız varlıklar şahit…
Beşinci Katlar şahit…
Duvarlardaki derinleştirilmiş ışıklı tablolar şahit…
Istırap levhası, dünya haritası şahit…
Kutsal topraklardan ülkesine dönmek için ölümü göze alarak geçtiği ölüm kokan mayın tarlaları, ayaklarına batan dikenler, sürünerek yasaklı sınırlardan ülkesine girdiği dikenli teller şahit…
Burdur’da yakalandığında kapatıldığı daracık, rutubetli hücre şahit…
Tuvaletin dibindeki hücrede oturduğu kırık sandalye şahit…
Kurduğu iftar sofraları şahit…
‘‘Aydınlar birbiri ile kavga değil, ülkenin meselelerini birlikte ve dostça tartışabilmeli.’’ diyerek oluşturduğu entelektüel sofralar, Abant Platformları şahit…
Cenaze namazını kıldıran, 60 yıl önce Edirne’de birlikte çalıştığı Suat Yıldırım Hoca şahit…
Vefatından birkaç gün önce dünyanın dört bir yanından gelen kutsal davasına öncülük eden arkadaşlarını kampta ziyaret etti.
Onları mehtabın yıldızları seyrettiği gibi seyretti.
“Bu yolları birlikte yürüdük.” dedi. “Hiç eksik yok. Hepiniz buradasınız.”
Safların sık ve düzgün olduğunu gördü.
“Emaneti sizler götüreceksiniz.” dedi.
Gözler doldu, gönüller taştı.
Bu katıldığı son toplantı oldu.
Bir sonbahar gecesi sabaha doğru akıp giderken rüzgarlar bütün dünyaya acı haberi duyurdu;
“Koca bir ifritle savaşan yiğit” Sonsuzluğun Sahibi’ne yürüdü.
Washington Post, The New York Times gibi dünya çapında yayın yapan gazeteler,” Büyük bir İslam alimi öldü.” diye ilk sayfadan haber yaptılar.
Dünya koca bir göz oldu ağladı.
Onu uğurlamak için koşanlar stadyumlara sığmadı.
Bütün dünya onu niçin namaza durdu.
Afrika’nın, Asya’nın çocukları, “Sanki insan değil de bize yeryüzünde yürüyen melekler gönderen Hocaefendimiz öldü.” diye gözyaşı döktü.
Malavi’den Toko Zani, “Gönderdiği öğretmenlerle buraları İrem bağlarına döndüren hocamız gitti ama biz onun emanetini devam ettireceğiz.” diyerek ağladı.
Adını koyduğu gençler tabutuna omuz verdiler.
Fransız öğretmen sınıftaki öğrencilerine, ‘‘İnsanlığa bu kadar iyiliği dokunan birine beş saniye de olsa dua ediniz.” dedi.
Afganistanlı kızımız mersiyeler yazdı.
Cenaze merasiminin yapıldığı stadyumun sahibi duygularını şu sözlerle dile getirdi;
“Dün gece yatakta yatarken, onun etkisini düşünmeden edemedim. Ölümünden sonra bile mesajı yaşamaya devam ediyor. Barışa, birliğe ve anlayışa olan bağlılığı, onu hiç kişisel olarak tanımamış olanlara ilham vermeye devam ediyor. Etkisi köprüler kurmaya ve empatiyi beslemeye devam ediyor.”
Dünya Barış Forumu Başkanı M. Din Syamsuddin, “Hizmetlerini sürdürecek nesillerin bu emanete sahip çıkacağına olan inancımız tamdır.” dedi.
Kosova’dan Ennur Cano, “21 Ekim sabahı medyadan vefat haberini aldık. İnanamadım, yalan haber dedim. Fakat çok sürmedi. Birkaç dakika sonra kapım çaldı. Gelen bir ablamızdı.
Hıçkırıklarla “Duydun mu? Hocamız vefat etmiş!” dedi.
O gece bir rüya gördüm! …
Yemyeşil bir yerde Efendimiz (sav) öncülüğünde bir atlı ordu. Atların hepsi beyaz. Muhterem Hocamız ve onun arkasında bay, bayan hizmet kardeşlerimizle dolu bir ordu…
Hocamız yüksek sesle üç kere seslendi, “Küheylanlar gibi koşacaksınız, hiç durmayacaksınız, söz verin bana!”
Gözlerimi açtım. Sabah ezanı okunuyordu. Gözlerimden hala yaş damlıyordu.
Sana söz veriyoruz, muhterem Hocam! Mirasına sahip çıkacağız, davamızdan dönmeyiz, dönmeyeceğiz….
Emanetin emin ellerde.’’