Elvan Aktaş, 'dünyaya sattığımız tek bir markamız var mı?' sorusunu sorarak başladığı yazısında ülkenin nereye gittiğini sorguluyor.
İş kazaları ve işçi ölümlerinden Gezi olaylarına, yolsuzluk soruşturmalarından dinlemelere kadar ülkenin gidişatını etkileyen bir çok olayı bir çırpıda tekrar gözler önüne seriyor. İşte Elvan'ın mutlaka okunması gereken 'Usta filan yok, müteahhit versek? O da olmazsa komisyoncu?' isimli o yazısı;
Yüksek lisans öğrenciliğim sırasında, Türkiye’den Florida’ya tatile gelmiş çok saygıdeğer ve başarılı bir işadamı ile tanışma ve sohbet etme fırsatım olmuştu. Hiç unutmam, Türkiye Ekonomisi üzerine sohbet ettiğimiz sırada bana: “70’li yıllarda üreten kazanıyordu, 80’li yıllarda pazarlayan, 90’li yıllarda ise para ile spekülasyon yapan…” demişti. 90’li yılların sonunda gerçekleşen o sohbetimize kaldığımız yerden devam etmek imkanı olsa kendisine: “2000’li yıllarda müteahhitler, 2010’dan sonra ise cari açığımızın devası hayırsever(!) işadamları kazanıyor ve kazandırıyorlar(!) artık” demek isterdim.
Üretip de dünyaya sattığımız bir tek markamız var mı? Türkiye dendiğinde akla gelen ekonomik başarılar hangi sektörlerden? Daha ne kadar, kamyon dolusu fındık satıp üç-beş iPhone almaya devam edebiliriz? Henüz kazanmadığımız parayı harcadığımız ve bu yüzden boğazımıza kadar borca battığımızın, ancak tam olarak batınca mı farkına varacağız? Gecekonduda yaşayan ve hatta işsiz olan birinin bile bu kadar kolay kredi kartı sahibi olabildiği bir sorumsuzluk ve tüketim ekonomisi daha ne kadar ayakta durabilir? Çiftçinin borcu 5 yılda (dolar olarak bile) nasıl üç kat artabilir, tarım üretimi patlaması oldu da devlet sırrı olarak mı gizlendi dünyadan? Bütün bunları geçici olarak ayakta tutan emlak ve inşaat balonunun patlaması daha ne kadar geciktirilebilir? Başlıkta da yazdığım gibi, üreten de yok usta filan da, müteahhit bol, hem öyle bol ki 250 binden fazla. Birçok konuda Avrupa lideriyiz: iş kazaları ve işçi ölümleri, gelir dağılımı uçurumu, birikmiş icra, haciz ve iflas dosyası sayısının nüfusa oranı, vb. Hepsinde bir numara Türkiye. Susuzluktan deniz suyu içen divaneler gibi ekonomi yönetilebilir mi?
Peki nasıl oldu da AB üyeliği yolunda reformist politikaları, 2008 krizinin bile teğet geçtiği ve hızla büyüyen ekonomisiyle gıpta edilen Türkiye, hem siyasi hem de ekonomik olarak 180 derece bir dönüş gerçekleştirdi? Cevap çok da karmaşık değil aslında: 2000’li yılların başındaki ekonomik/siyasi kriz sonrasında, biraz da olsa rahatlayan ve istikrar kazanan siyasi ortam, ekonomik rahatlamayı ve belirgin bir atılımı mümkün kılmıştı. Tabii bir de buna, gelişmiş ülkelerdeki (özellikle ABD merkez bankası FED destekli) ucuz ve bol para politikası eklenince, gelişmekte olan ülkeler yatırım cennetlerine dönüşmüştü. Bu atılım ve rahatlama sadece Türkiye’ye has bir düzelme olmadığı halde, iç siyasi hesaplaşmalar, bir türlü kalıcılaştırılamayan demokratikleşme ve reform süreci, tamamlanamayan sivil anayasa çalışması, vb. sebepler Türkiye’nin Gezi olayları ve yolsuzluk soruşturmaları ekseninde aniden eski kötü alışkanlıklarına dönmesine sebep oldu, maalesef hem siyasi hem de ekonomik olarak.
Hayatı Yazıcı, Ali Babacan, Cemil Çiçek, özgül ağırlığını kaybetmeden önce Bülent Arınç ve hafızasını kaybetmeden önce Mehmet Şimşek’in ekonomik gelişme ve kalkınmayı direkt olarak toplumsal ve sosyal reformlara ve demokratikleşmeye bağlayan feryad-misal açıklamaları pek de cılız kalmıştı hatırlarsanız. Neye kıyasla cılız kalmıştı? Orasını ne ben yazmak isterim, ne de siz hatırlamak istersiniz, eminim.
Ekonomi yönetiminin tam anlamıyla rayından çıkması, uzun vadeli hedeflerden uzaklaşılması, 2010 seçimleri öncesinde öngörülen yatırım, teşvik, mali disiplin, vs politikalarına sırt dönülmesi, tabii ki siyasi yozlaşma, politik kutuplaşma, nefret söylemi, skandal derecede yolsuzluk vakaları ile tesadüfen eş zamanlı gerçekleşmedi. Bu iki ifrit cereyan adeta birbirinden beslendi. Vatandaşını fişleyen, hukuku askıya alan, alenen suç işleyen ve bunu meydanlarda haykıran bir yürütme (?) erki ancak, ekonomi politikalarında da eski kötü alışkanlıklarına meyledebilirdi. Örnek mi istersiniz: Kamu bankalarının şaibeli ve hatta illegal işlere alet edilmesi, ihale yönetmeliğinin onlarca kez keyfi bir şekilde değiştirilmesi, yandaş işadamları güruhuna haksız kazanç sağlanması (bakınız: bazı kamu ihalelerinin devlet güvencesi altına alınması ve bu işadamlarının düşük faizle borç alması için vatandaşın geleceğinin adeta ipotek altına alınması), mali denetim kurumunun şantaj aleti gibi kullanılması, banka batırılmaya çalışılması ve kanunen suç olduğu halde bunun alenen telaffuz edilmesi, vs. Cerahat öylesine yoğun ve bol ki, o çok maharetli partizan müteahhitlere ihale açılsa, bunu akıtacak kanalizasyon şebekesi bile inşa edemezler. İsim vermeden bunları yazmaya devam etsem, sanırsınız ki 1994-2002 arası Türkiye’sinin siyasi ve ekonomik problemlerinden bahsediyorum. Aktörler farklı olsa da semptomlar ve cerahat aynı.
Tüm bu olumsuzlukların asıl korkutucu yani ise, bu geçici ve pek de iyi değerlendiremediğimiz ekonomik büyüme fırsatını finanse eden yabancı sermayenin artık kapıya dayanmış olması ve faturanın çok, ama çok ağır olduğu. En önemli üç kredi derecelendirme kurumundan ikisi Türkiye’yi uzunca bir zamandır yatırım yapılabilir ama negatif, bir tanesi ise durağan fakat siyaseten riskli olarak tanımlıyor (Konuya pek de aşina olmayanlar için: bu derecelendirmeler borcumuzu ödemek için almak zorunda kalacağımız yeni borcun faizinin ne kadar yüksek olduğunu belirleyecek). FED artık ucuz para politikasından uzaklaşıyor, hatta gelecek baharda faiz artırımına gitme sinyalleri veriyor, dış borç 400 milyar dolara dayanmış, cari açık neredeyse milli gelirin yüzde 8’i, enflasyon tekrar çift haneli rakamlara tırmanıyor, dolar Rusya’yla paralel olarak anormal hızlı yükseliyor, inşaat ve rant balonu patlamak üzere, ve artık ortadoğulu zenginlere satacak pek bir şey de kalmadı.
ABD başkan yardımcısı ağzından baklayı çıkardığına ve ABD basını artık bunu açıkça yazdığına göre biz de faturayı açıklayalım: BOP projesinde taşeron bir orduya ihtiyaç var, ülke yönetimi siyaseten ve ekonomik olarak adeta esir alınmış durumda. Bakmayın siz “İşte bizden özür dilediler, bakın ne güçlü ülkeyiz!” diye naralar atanlara. Alman hükümetinin dinlemeler ve muhtemelen basına sızan tapeler için özür dilediğini, ya da gelecekte Türkiye Cumhuriyeti yetkililerini dinlememe garantisi verdiğini hatırlamıyorum. Duyanınız var mı? Oysa aynı Alman hükümeti, ABD kendilerini dinleyince dünyayı ayağa kaldırmış ve ABD onlardan özür dilemek zorunda kalmıştı.
Ne garip, içeride sebep olduğunuz tüm rezalet ve çirkinlik bir taraftan siyasi, diğer taraftan ekonomik krizlere yol açarken, inatla devam ettiğiniz bu yanlış politikalar dış ilişkilerde de bir hayli baş ağrıtacak gibi.
Cidden, usta filan yok ortada, tam bir fiyasko var… kabus gibi…