Aygün, hükümetin ekonomiyi IMF güdümünde, dış borçlanmaya dayalı bir
modelle yönetmesinin
krize yol açtığını vurguluyor.
Ekonomide sık sık darboğazlar yaşayan
Türkiye,
Uluslararası Para Fonu (IMF) ile birçok
anlaşma imzalamış, ancak hemen hepsi sonuçsuz kalmıştı. 90'ların sonunda yeni bir anlaşma için bir kez daha Fon'un kapısını aşındırıyordu. 1999'da yürütülen görüşmeler 23
Kasım'da anlaşmayla sonuçlandı. 2000 başından geçerli olmak üzere, üç yıllık
stand-by konusunda mutabakata varılırken, görüşmeleri yürüten ekonomiden sorumlu
Devlet Bakanı Hikmet Uluğbay'ın 7 Temmuz 2009'da
intihara kalkışması, ekonominin içinde bulunduğu durumu gözler önüne seriyordu. Bütün bu girişimler de sonuçsuz kalmış ve süreç 19
Şubat kriziyle noktalanmıştı.
Krizi
Ankara Ticaret Odası Başkanı (ATO) olarak bütün ağırlığıyla yaşayan
Sinan Aygün, gelinen nokta için IMF
politikalarını sorumlu tutuyor. Ekonomik göstergelerde
alarm zillerinin uzun zamandır yüksek sesle çaldığını, tüm verilerde belirgin bir bozulma olduğunu ifade ediyor. Aygün, tüm çağrılara rağmen yapısal önlemler konusunda en ufak bir adım atılmadığını kaydediyor: "Bankalar 'tefeci' gibi hareket ediyordu.
Hükümet atması gereken adımlarda aceleci davranmıyor ve iş dünyasının taleplerini
kulak arkası ediyordu. Ekonomi IMF güdümünde, dış borçlanmaya dayalı bir modelle yönetiliyordu. Bu model yüzünden
faizler artmıştı. Karşılıksız çekler her gün yeni bir rekora imza atıyordu,
kredi kartı borcu yüzünden intiharlar başlamıştı.
Cumhuriyet tarihinde ilk kez esnaf sokağa dökülmüştü ve durdurulamıyordu." Aygün, protestocuları ikna için büyük gayret gösterdiklerini belirtiyor. İşçi temsilcilerini alarak Başbakan'a gittiklerini ve durumun vahametini anlattıklarını vurgulayan Aygün, durumu şöyle özetliyor: "Hükümet siyasi olarak dik durabilecek güçten yoksundu. Çaresizliğe teslim olmuş bir görüntüsü vardı. IMF'nin evine gönderilmesini, yeni yol haritasının reel sektörle birlikte çizilmesini, atılacak adımların sosyal dengeleri bozmamasını ve hazırlanacak programın arkasında siyasi desteğin olduğunu görmek istiyorduk. İstediklerimiz olmadı." Aygün, krizde iş dünyasının en çok IMF'den şikâyet ettiğini, krizin baş tetikleyicilerinden birinin Fon'un dayattığı politikalar olduğunu söylüyor. Hikmet Uluğbay'ın da IMF yüzünden intihar girişiminde bulunduğunu ifade ediyor.
Sinan Aygün, krizden sonra
Kemal Derviş'in ekonominin başına geçirilmesini olumlu bulmuyor. "Sayın Derviş, gerek
Dünya Bankası gerekse IMF ile y
akın ilişki içerisinde olan birisiydi ve bu bizim en son isteyebileceğimiz şeydi." diyen Aygün, Derviş'in IMF'nin talepleri doğrultusunda hareket ettiğini, Fon'un isteklerini 'adeta emir telakki ederek, hükümete dayatmada bulunduğunu' savunuyor. Aygün'e göre, "Türkiye bir 'müstemleke' olmuş, Kemal Derviş de ABD tarafından sanki 'vali' olarak atanmıştı."
Medyada taşlar yerinden oynadı
2001 krizi, medyada da önemli değişikliklere yol açtı. Krizle birlikte
TMSF,
Erol Aksoy'un
dergi grubu ile Cine5, Viva TV-Radyo, Maxi TV, Show Radyo, Radyo5, Radyo Tek'e el koydu.
Dinç Bilgin ise 'Etibank'ın içini boşalttığı' gerekçesiyle sahibi olduğu bankanın yanı sıra
Sabah, Yeni Asır, Fotomaç,
Takvim ve Aktüel'in içinde bulunduğu medya organlarını kaybetti. Turgay Ciner, TMSF'ye devrinden sonra Bilgin'e bağlı basın-yayın organlarını satın aldı; ancak
satış sırasındaki
usulsüzlük ortaya çıkınca Fon, 2007'de bu kuruluşları geri aldı. Ciner,
Habertürk televizyonunu 2007'de satın aldı. 2009'da ise
Newsweek Türkiye dergisi ile Habertürk gazetesini çıkardı. Ciner'in iade ettiği Sabah Grubu'nu ise Ahmet Çalık aldı.
Star gazetesi,
Star TV,
Kanal 6, Kral TV,
Metro FM, Kral FM, Radyo Blue'yu elinde tutan
Uzanlar da bütün şirketlerini kaybetti. Türkiye Gazetesi'nin sahibi
Enver Ören sahibi olduğu TGRT'yi 2007'de dünya medya devi Murdoch'ın
News Corporation şirketine sattı ve bu kanal,
Fox TV adı altında yayın hayatını sürdürdü. Bu dönemde medyaya adım atan diğer işadamları da Akşam gazetesini satın alan
Çukurova Holding'in patronu Mehmet
Emin Karamehmet ve Bugün Gazetesi'nin sahibi, Koza Grubu'nun patronu Akın İpek'ti.
Ekonomiyi güçlendirdik, devlet yüksek faiz ödemekten kurtuldu
Hatırlanacağı üzere 2000 yılında bir istikrar programı uygulamaya alınmıştı. Programın üç temel dayanağı; sıkı maliye politikası ve yapısal reformlar yoluyla kamu dengesinin sağlanması, önceden belirlenmiş bant içinde hareket eden kur politikası ile fiyatlar genel düzeyinin istikrara kavuşturulması ve enflasyon hedefiyle uyumlu gelirler politikasının uygulanması olarak belirlenmişti. Ancak kurun önceden ilan edilmiş bir bant içerisinde hareket edecek olması, özel kesimin kur riskini yok saymasına neden olmuş ve bankacılık sektörü yurtdışından döviz cinsinden borçlanarak yurtiçine TL cinsinden kredi arzını ciddi biçimde artırmıştır. Vade ve kur riskinde artışa neden olan bu mekanizma bir yandan da aşırı kredi genişlemesi yoluyla enflasyonla mücadeleye zarar vermiştir. Başta
özelleştirme programı olmak üzere yapısal reformların da gerçekleştirilememesiyle birlikte ekonomideki güven ortamı bozulmuş, kısa vadeli
yabancı yatırımların geri çekilmesi ve bankaların döviz pozisyonlarını düzeltme çabalarının sonucu olarak döviz talebi artmış, faizler yükselme eğilimine girmiştir. Nitekim 2000 yılı Kasım ayında faizler yüzde 1.000'lerle ifade edilmeye başlamıştı. Piyasalara likidite verilmesiyle faizler yüzde 100'ler seviyesine gerilediyse de
sistemik riskin bir bütün olarak artmış olduğu bir ortamda yaşanan siyasi gelişmeler sonucunda faizler yeniden yüzde 1.000'ler seviyesine yükseldi, likidite sıkışıklığı ile mali sistem kilitlendi, ödemeler sistemi çöktü.
Yakın tarihimizin bu en derin krizinden sonra özellikle bankacılık sektöründe kapsamlı bir yeniden
yapılandırma programı hayata geçirilmiştir. Bu kapsamda, öncelikle görev zararları yoluyla kamu bankalarının mali yapısında bozulmalara sebep olan sorunlar ortadan kaldırılmış, sistemde yer alan mali açıdan yetersiz bankalar
tasfiye edilmiştir.
Bankacılık sektörüne ilişkin olarak yapılan operasyonlar kapsamında ortaya çıkan maliyetin karşılanmasını teminen
Hazine tarafından önemli tutarlarda nakit dışı
senet ihraç edilmiştir. Bu bağlamda merkezi
yönetim borç stokunun GSYH'ye oranı 2000 yılında yüzde 38,2 iken 2001 yılında yüzde 74,1'e yükselmiştir.
Kriz sonrasında 4749 sayılı
Kamu Finansmanı ve
Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile 5018 sayılı Kamu
Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu gibi kamu mali yönetiminde reform mahiyetinde yasal düzenlemeler yapılmış,
Merkez Bankası politika uygulamaları bakımından bağımsız bir yapıya kavuşturulmuş, bankacılık sektörünün bilanço yapısı güçlendirilmiş ve sosyal güvenlik sisteminde kapsamlı bir reform gerçekleştirilmiştir.
Son dokuz yıllık dönemde kamu maliyesinde sağlanan iyileşme ve yapısal reformlar alanında kaydedilen ilerleme sayesinde Türkiye bir yandan 2001 kriziyle oluşan yükü üzerinden atarken, diğer yandan hızlı ve istikrarlı bir
büyüme sağlamıştır. Nitekim, 2001 krizi sebebiyle kamu bankalarına, TC
Merkez Bankası'na ve TMSF'ye ihraç edilen DİBS'lere ilişkin olarak 2002 sonrası dönemde 67,5 milyar TL'si anapara 74,5 milyar TL'si faiz olmak üzere toplam 142 milyar lira geri ödenmiştir.
Oluşturulan güçlü
ekonomik ve mali yapı ve Hazine bünyesinde geliştirilen risk analizine dayanan borç yönetimi anlayışının bir sonucu olarak bir yandan ilave gelen bu yükler karşılanırken, diğer yandan Cumhuriyet tarihinde ilk defa
ihale yoluyla 10 yıllık tahvil ihraçları gerçekleştirilmiş, yeni borçlanmaların ortalama vadesi kriz öncesindeki 4,8 ay seviyesinden 2010 yılı sonunda 44,1 aya çıkartılmış ve borçlanma maliyetleri kriz öncesindeki yüzde 99 seviyesinden tarihsel olarak en düşük seviyelere gerilemiştir. Bu olumlu tablonun ortaya çıkmasında şeffaf,
hesap verebilir ve öngörülebilir makroekonomik politika uygulamalarının sağladığı güven önemli bir rol oynamıştır. Bu anlayışla Hazine olarak önümüzdeki dönemde de borç ve risk yönetiminin piyasalarla
iletişim içinde ve
para politikası ile uyumlu bir biçimde yürütülmesine devam edeceğiz.
ZAMAN