TOBB Başkanı
Rifat Hisarcıklıoğlu, haklı ve doğru bir şekilde kapsamlı bir ‘sanayileşme stratejisi’nin gerekliliğine vurgu yaptı. “Cari açığa karşı bazı tedbirler almamız lazım.” diyen Unakıtan’ın ise daha çok açığın
finansmanına yönelik yeni
vergi kaynaklarını kastettiğini zannediyorum. Dış ticaretten sorumlu
Devlet Bakanı Kürşad
Tüzmen ve
işadamı derneklerinin ise bidayetten beri cari açık konusunda rahatsız oldukları biliniyor.
1
Eldeki
ekonomik model üretim için değil, mali dengelerin düzeltilmesi için düşünülmüştü. Bu modelden çıkılmalı, ulusal mukaveleye dayalı şeffaf ve çağdaş bir sanayileşme plânına geçilmeli.
2
Küresel entegrasyon haritası çıkarılmalı, süreç
sermayenin inisiyatifine bırakılmamalı. Büyümeyi
kontrol
etmemizi engelleyen ve üretime yansımayan sıcak para durdurulmalı.
3
Bankacılıkta olduğu gibi özel
sektörün kısa vadeli borçlanma faaliyetlerine de şeffaflık ve denetim getirilmeli. Kısa vadeli borçlanma yollu finansman araçlarının maliyeti yükseltilmeli.
4
Başlıca cari açık verilen sektörlere yönelik çağdaş anlamda
ithal ikameci yaklaşım ve politikalar geliştirilmeli. Çin bunu hâlâ yapmakta. Üstelik çektiği
yabancı sermaye ihracatını da katlıyor.
O halde çözüme matuf neler yapılabilir?
Cari açık, bir ülkenin ödemeler dengesinde borçlu çıkmasını ifade eder.
Türkiye’nin cari açığının temel sebebi ticaret açıklarıdır. Geçen zaman ise açıkların azalmak yerine derinleştiğini gösteriyor. Sorun da buradadır. Konu artık ‘finanse ediliyor ya!’, ‘esas finansman kalitesine bakmak lazım’ veya ‘
AB üyeliği öncesi Doğu
Avrupa ülkelerinde de böyle oldu’ deyip geçiştirilecek türden değil.
Şapkamızı önümüze koyup düşünelim ve 2001
krizi sonrasında elimize tutuşturulan ‘Bitkisel
Hayat Reçetesi’ni bir tarafa koyalım artık. Türkiye’nin cari açık vermediği veya fazla verdiği yegâne dönemler 1994 ve 2001 yıllarında olduğu gibi kriz ortamı ve bunun hemen sonrasında gelen düşük
büyüme yıllarıdır. Böyle bir cari fazla elbette olmaz olsun! Cari açığın
tavan yaptığı dönemler ise tahmin edileceği üzere krizden bir önceki yıldır. Tavan ne kelime, Türkiye son üç yıldır adeta
füze yaptı ise de içinden geçtiğimiz ilginç küresel entegrasyon sürecinde uluslararası
sistem Türkiye’yi fazlasıyla fonlamaya devam ettiği için gemi karaya oturmadı.
Açığın temeli 1980’lere dayanıyor
Türkiye’nin ticari açıklarının temel nedeni, 1980’lere kadar olan süreçte takip edilen ithal ikameci sanayileşmenin ara malı aşamasını bitirdikten sonra ülkenin sermaye malı üretebilir kapasiteye ulaşamadan büyük oranda başarısızlıkla sonuçlanmasıdır. 1980 sonrasında izlenen dışa açık sanayileşme ise ithal ikameci dönemde kurulan büyük atıl kapasitelerin değerlendirilebilmesi sayesinde 1990’lara kadar yatırımsız olarak sürdürüldü. 1980-90 arası, özel ihracat teşvikleri ve reel devalüasyonlarla ihracatın büyük ivme kazandığı üretimsiz ve fakirleştiren bir model olarak belirginleşti. 1990 sonrasında ise yeni kapasiteler kurulamadı, verimlilik ve katma değer oluşturulamadı.
Cari açığı anlamak için ayrıca 1990’lı yıllarda Türkiye açısından iki kritik dönemeci hatırlamakta fayda var. Bunlardan ilki 1987 yılında finansal hesapların serbest bırakılması, diğeri de 1996’da altyapısı hazırlanmadan Türkiye’nin
Gümrük Birliği’ne dahil olmasıdır. Birincisi üretmeden tüketmenin yollarını açıp ulusal tasarruflara bağlı olmayan bir açık verme ve dış finansman politikasını körüklemiştir. Diğeri de yoğun
rekabet baskısı altındaki sanayinin, verimlilik ve katma değer potansiyeli yüksek sanayilere geçmesini engelleyerek bugün Çin gibi ülkelerin baskısı altında kalan geleceği pek parlak olmayan sektörlerde yanlış bir uzmanlaşmaya yol açtı. Dirayetsiz, vizyonsuz ve idealist olmayan hükümetler ise bu süreçlere önderlik edememiş, süreç piyasa kısa vadeciliğine terk edilirken gereksiz yatırımlar ve atıl kapasiteler ortaya çıktı.
Bütün bunlar gösteriyor ki büyüme baskısı altındaki Türkiye, içinde bulunduğu ağır ithalat bağımlılığı sebebiyle yakın gelecekte de cari açık vermeye devam edecek. Ayrıca sermaye ve ara malı girdi bağımlılığına ilave olarak, büyümenin iç tasarruflarla finanse edilmesinin imkânsız olduğu bir ortamda büyümenin daha
ucuz ve uzun vadeli dış kaynaklarla finanse edilmesi elzem hale geliyor. Burada sorun, bu süreçlerde açığın ortaya çıkmasına yol açan faktörün gelecekte kendi kendini telafi edecek nitelikte bir yatırım hamlesine ve kalitesine dayanmasıdır. Bunu temin etmek üzere toplumsal tabanı olan bir yeniden sanayileşme ve buna dayalı bir yabancı sermaye stratejisine ihtiyaç var. Ancak Türkiye hâlâ bu stratejiden yoksun.
Ayrıca devletin
özel sektör firmaları üzerinde etkin bir yönlendirme ve denetim imkânına sahip olması şart.
2001 krizi sonrasında finans kesimine getirilen denetim ve
disiplin mekanizması reel sektördeki şirketlere yönelik kurulamamıştır. Tam tersine IMF denetim ve baskısı altında tutulan Türkiye’de yük kamunun sırtına bindirilirken, sorumsuz harcama ve borçlanmalar için özel kesimin önü açılıyor. Özel sektör şirketlerinin açık pozisyon ve kısa vadeli borçlanma faaliyetlerinin de bazı kısıtlamalara tabi kılınması gerekiyor.
Cari açığın tümüyle yok edilmesi imkânsız olduğuna göre belli düzeylerde kontrol edilmesi şart. Finansman kalitesinin sağlıklı ve açığa neden olan faktörün nitelikli yatırımlar olması şartıyla, cari açığın milli gelire oranının şu konjonktürde Türkiye’de yüzde 4’ler civarında olması sürdürülebilirdir. Olaya basit bir
ders kitabı mantığı ile bakıldığında açığı bu düzeylere çekmek için büyümenin frenlenmesi gereği açık. Bize göre yıllık planlardaki büyüme hedefleri isabetli. Ancak hedeflerin üstünde gelen büyüme rakamlarını hem toplumumuz hem de siyasiler büyük bir başarı olarak görmek eğiliminde. Oysa Türkiye tecrübesi de defalarca göstermiştir ki, sürdürülebilir büyüme sağlam kaynaklarla sınırlıdır. Aksi takdirde bütün devletler kolayca büyür, alıp başını giderlerdi. Büyüme rakamlarının sürekli hedeflerin üzerinde gelmesinin sebebi de büyük oranda Türkiye’yi adeta saldırı altına alan sermaye girişleridir. Türkiye,
Nasreddin Hoca’nın mezarını hatırlatır bir şekilde her taraf fora olarak dışa açıldı. Büyük okyanusta gemiyi idare edemiyor. Uzaklarda çıkan minik bir
fırtına, büyük bir dalga olarak bizim sahilleri dövüyor. Bahanelerin bini bir para.
Petrol fiyatları artınca kötü, düşünce de kötü! ABD faizleri yükseltince
tehlike var, düşürünce de.
Tayvan’da
darbe oluyor, orada herkes işinde gücünde bizde ortalık kaynıyor. İstismar edilecek konu yoksa bu sefer de ‘beklentiler ekonomisi’ diye bir hurafe önümüze konuluyor. Adeta rüyalar ve masallar ile beklenti oluşturuluyor. Dramatik bir şey; ancak mesela kışın sert geçmesi ihtimalinin petrol fiyatlarını artırabileceği ihtimali gibi, zincirleme ihtimal hesapları bizim
piyasaları hallaç pamuğu gibi atabilir. Sözde küreselleşeceğiz derken bir büyük devletin elleri böğründe üç beş ‘trader’in gözlerinin içine bakar hale gelmesi çok da sevimli bir
manzara değil. Türkiye’nin hassas siyasi kültürünün bunu uzun süre taşıyabilmesi imkânsız.
Üretim merkezli bir program şart
Sonuç olarak bizim önerimiz, iyisi ile kötüsü ile miadını dolduran bu programdan çıkılmasıdır. Türkiye hâlâ kriz odasında yönetiliyor ve hastanın narkozdan çıkmasına izin verilmiyor. Her çivi çakana kaynak tahsis etmekten vazgeçerek toplumsal bir uzlaşı ile yepyeni bir programa geçilmeli. Ağırlığını üretim ekonomisine veren bu program ile 1980’lerden beri rafta kalan ithal ikameci programın son aşaması olan sermaye malı üretimi, açık rekabete dayalı ihracat ortamında şartlı, seçici ve şeffaf ilkelere dayalı devlet
destek ve yönlendirmesiyle başarılmalı. İçeriye girecek sermayenin de bu ulusal sanayi planına uygun davranması şart.
Ne var ki, artık seçimler sath-ı mailinde iktisadi açıdan mümkün olan bu sürecin, siyaseten gerçekçi olduğu söylenemez. Bazı kritik konular gibi cari açığa karşı alınacak tedbirler de gelecek seçimlerden sonra konuşulacağa benziyor.
Sıcak paraya sınırlama, uzun vadeli yatırımcıyı ürkütmez
Sıcak para için literatürde ‘ölümcül bir öpücük’ ifadesi kullanılıyor. Üretime yönelmeyen, sadece yüksek
rant geliri elde eden, bunun dahi vergisini ödemeden sefasını süren sıcak paranın çeşitli kampanyalar eşliğinde
sanal bir gelire dönüşmesi tüketimi körüklerken enflasyonu besliyor. Nihayetinde de cari açık büyüyor. Dışarıdan getirilen kredilerin daha çok ithal malların finansmanı için kullanıldığı unutulmamalı. Diğer yabancı sermaye girişleri de büyük oranda uluslararası sermaye zinciri halkasının içinde kalmakta ve ekonomiye sirayet edememekte. Doğrusu
alarm veren ödemeler dengesi açıkları sebebiyle sıcak para girişlerinin artık durdurulması gerekiyor. İletişimi ve mimarisinin iyi yapılması durumunda, durumu uluslararası topluma izah etmek mümkün. Türkiye’nin bu tavrı kendine yeni roller arayan IMF’ye örnek bile teşkil edecektir. Türkiye’ye ilgi duyan uzun vadeli sermayenin, sırf ‘kısa vadeli sermayenin önü kapatıldı’ diye Türkiye’yi terk etmesi düşünülmemeli.
ZAMAN