New York Times, dünyanın en itibarlı ve etkili gazetelerinden biri, belki de birincisidir. Bu gazeteye
manşet olacak derecede önemli bir ‘eğitim hareketi’ kurmak da, herhalde dünyanın en zor işlerinden olmalı. Ama
Türkiye’de tam da bunu başarmış birileri var:
Fethullah Gülen hareketi.
Günlük gazeteleri izliyorsanız, sözünü ettiğim haberin haberini görmüş olmalısınız. 4
Mayıs tarihli
New York Times’daki ‘Türk
Okulları
Pakistan’a Daha Mutedil Bir
İslam Vizyonu Sunuyor’ başlıklı uzun hikayeyi kast ediyorum. Gazetenin
İstanbul büro şefi Sabrina Tavernise’nin ve tecrübeli muhabir Şebnem Arsu’nun imzasını taşıyan haber, katı ve bağnaz bir din anlayışının epey yaygın olduğu Pakistan’da Gülen hareketinin açtığı okulların hem
dindar hem de
modern bir nesil yetiştirdiğini anlatıyordu.
Biz duya duya belki alıştık, ama bu ‘
Türk okulları’ gerçekten de muazzam bir proje. 91 ayrı ülkede 300’den fazla okul açmak ve bunların hepsini de başarıyla yaşatmak,
şapka çıkarılacak bir iş.
Fransa’da yaşayan bir dostum, bu okulların şöhretiyle
Paris’in çok pahalı bir restoranındaki bir iş yemeğinde bile karşılaşmış. Bir süre
Madagaskar’da yaşamış bir
Fransız iş adamı, kendisine, ‘Çocuklarımızı oranın en iyi okuluna göndermek istediğimizde bize Türklerin idare ettiği bir okulu
tavsiye ettiler’ demiş. ‘Etkilendim’ diye de eklemiş.
Bu, az şey değil. Türkiye deyince epey bir Avrupalı’nın aklına ‘
Ermeni soykırımı’, darbeler, işkence ve bilumum insan hakkı ihlálleri gelir. Son dönemde de 301 davaları, Hıristiyan cinayetleri veya
tecavüz vakaları geliyor. ‘Türkiye’den iyi şeyler de çıkıyor’ dedirten az şey var. Bunlardan biri de, belli ki, ‘Türk okulları.’
Ama ne gariptir ki bu Türk okullarının en büyük muhalifleri yine Türkler. Öyle ki bazıları, bu kurumları ziyaret etmeyi ‘parti
kapatma’ ve ‘siyasi
yasak getirme’nin gerekçesi bile sayıyor. Medyanın malum köşeleri ise, okulları kötülemekle hızını alamıyor, bunlar hakkında olumlu şeyler yazan Batı basınını da suçluyor. Zaten Sabrina Tavernise, aynı AB Komisyoneri
Olli Rehn gibi, Türkiye’deki ‘katı
laiklik’ten bahsettiği için bir süredir boy hedefi.
Ne enteresan değil mi? ‘Katı laik’likten
eleştiri alanlar, ‘vay, siz misiniz bizim laikliğimize dil uzatanlar’ diye küplere biniyor, bu eleştiriyi getirenleri ‘dincilere satılmakla’ suçluyor, yani aslında kaskatı olduklarını fiilen ispat ediyorlar. Öz eleştiri yapmak, ‘acaba gerçekten bizim modelimizde bir gariplik var mı’ demek, akıllarına hiç gelmiyor.
Sorunun kökeni, Türk seçkinlerinin beynine kazınmış olan ‘din fobisi’. Bu öğretiyle yoğrulmuş standart bir Türk, dinin sadece ‘vicdanlarda’ kalması gerektiğine, toplumu etkilemesi durumunda ise ‘karanlığa gömüleceğimize’ sorgusuz-sualsiz iman ediyor. Bu öğretiye göre toplumda hiçbir dini hareket olmamalı, hele de bunlar eğitim kurumları açarak ‘yükselen yeni nesil’e yön vermemeli. Eğer din lazımsa bile, devlet onu gerektiği şekilde, gerektiği kıvamda topluma verir. Devlet zaten her şeyi bilir.
Bu zihniyet Türkiye dışında da vardır; ama sadece ideolojik dikta rejimlerinde. Demokratik Batı toplumlarında ise din toplumsal yaşamın her alanında kendini ifade edebilir. Örneğin her dini kurum ve cemaat kendi eğitim kurumunu oluşturabilir. Hele de
Amerika’da laik devlet okullarının yanında sayısız Hıristiyan,
Yahudi ve hatta İslami kolej vardır. Zaten bildiğiniz ünlü üniversitelerin çoğu din kökenlidir.
Princeton Üniversitesi’nin ambleminde hala ‘Dei sub numine viget’ yani ‘Tanrı’nın kudreti altında yükselir’ diye yazar. Türkiye’de böyle bir cümle yazsanız bir üniversitenin tabelasına, artık yargı darbesine mi gerekçe olur,
Sincan’da tank gösterisine mi, varın siz düşünün...
MUSTAFA AKYOL/STAR