Şimdi hayatına
misafir olacağımız, ömrünü eğitim ve öğretimle geçirmiş müstesna bir isim. Eğitim camiasına yararlı olacak çok
ders var onun hayatında. Okuyacaklarınız size inanılmaz gelebilir.
Aysal
Aytaç, 1937’de,
Uşak’ın Ulubey kasabasında, yıllar boyunca camilerde hatiplik yaptıkları için Hatipzadeler olarak anılan bir
ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Daha sonraki tespitlerinden ve Uşak ile çevresinin
Türkmenlerden oluşmasına binaen kendilerini Türkmen kabul eden Molla Himmet ve oğullarının ailesinde, hatiplik babadan oğula intikal eden bir meslektir. Ta ki Aysal Aytaç’ın babası Ali Bey’e kadar.
İmam ve müezzinlerin, köylünün harman sonrası kendilerine verdikleri
arpa ya da
buğday ile geçimlerini temin ettikleri yıllardır o zamanlar.
Eski Türkçede ‘hatip’, ‘söyler’ anlamına gelen Aytaç’ı kendisine
soyadı alan Ali Efendi’nin başından bir evlilik geçmiş ve iki oğlu olmuştur. Hanımı
vefat edince de, önceki evliliğinden bir çocuğu olan Sultan Hanım’la hayatını birleştirmiş ve çiftin Aysal dâhil dört çocuğu daha dünyaya gelmiştir.
Böyle bir ailede doğan Aysal, ilkokulu bitirdiğinde
okumaya devam etmek arzusundadır. Ancak ailenin maddî durumu hiç mi hiç müsait değildir. Köyde, birisi aylık 15 lira karşılığında onu okutmayı kabul eder. Paranın 10 lirasını da dayısı verecektir. Ancak altı aylığı peşin isteyince o plan da yatar: “Babam ‘Kalsın bu iş’ dedi,
terzi oldum ben.”
Terzi çırağı olarak işe başlayan
küçük Aysal, o tarihlerde
ortaokul öğrencilerinin giydiği
şapkalardan o kadar etkilenir ki, okuma arzusu giderek daha da şiddetlenir: “Mest olurdum onları şapkalı görünce. O şapka ile bir ayrıcalık içinde olduklarını ortaya koyuyorlardı.” Tahsil için Uşak’a gidemeyen, çevresinde başka okul da bulunmayan Aytaç için tek okunacak yer köy enstitüleridir: “Kafaya koydum okuyacağım diye. İstasyona kadar yaya yürüdüm. O zamanlar ara
treni vardı. Trene bindim. Tren hareket etmek üzere iken ustam karşıma çıktı. Camdan gördüm. Yani bir dakika önce ustam beni görse ‘Hadi yürü’ dese biz terzi kalacağız. Ustam ‘Ooo...’ falan dedi biz Uşak’a doğru hareket ettik.”
YALINAYAKLILAR PARTİSİ: DP
Sene 1949’dur: “DP’ye bizim memlekette Yalınayaklar Partisi derlerdi. Yani fakir fukaraların partisi. Benim kayınpeder de aile yapısı olarak ‘yalınayak’ bir aileden gelmiyordu; ama o ekibin başına geçmişti. O tarihlerde
Kütahya’daki bir DP kongresinde İsmet
İnönü’ye yönelik bir konuşma yapıyor ve ‘Paşa
paşa’ diyor, ‘Bir gün gelecek sen de öleceksin ve yaptığın kötülüklerden dolayı senin mezarının üzerinde güzel çiçekler yetişmeyecek, çakır dikenleri yetişecektir.’ Bu konuşma bütün basına intikal ediyor. Böyle bir anda dükkâna iki
jandarma geldi ve ‘Seni
karakol çavuşu istiyor’ dedi.”
CHP döneminden gelen korkular sebebiyle Aytaç, hemen, ileride kayınpederi olacak, uzun yıllar belediye başkanlığı ile il genel meclis üyeliği görevlerinde bulunan DP Uşak kurucularından akrabası Kamil Kutluay’a başvurur. Fakat kısa zamanda korkusunun yersiz olduğu ortaya çıkar. Çünkü jandarma, köy enstitüsünü kazandığı haberini verecektir ona.
Aytaç, 14
Mayıs 1950’de DP seçimleri olduğunda
Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü’nde öğrencidir artık. CHP Millet
vekili Yakup Kepenek de onun
sınıf arkadaşı olur burada. Notları, okuma aşkıyla dolu bir öğrenciye yaraşır gibidir. Uyumlu bir talebe olur: “O okullarda öğretmenler arasında çok ciddi boyutlarda çekişmeler olurdu. Bir de genel yapısı itibarıyla okulların en büyük kusuru şuydu. Sisteme reaksiyon gösteren insanlar yetiştiriyordu. Bir de köy enstitüsüne girdiğimizde, 20 yıl devletin istediği köyde vazife yapmak üzer
e devlet bizden
senet aldı. Yani sana diyor ki, sen bu ülkede birinci sınıf insan olma hakkına sahip değilsin.”
HAKKÂRİ ÇIKINCA HERKES SEVİNDİ!
DP döneminin uygulamaları toplumda daha iyi hissediliyordu ilerleyen yıllarda: “Mesela bir arkadaşımız konuşma anında öğretmenin birisine ‘
Öğretmenim
demokrasi var’ dedi. O çocuğun adı Demokrasi kaldı ondan sonra. Pırpıt denen, köylülerin dokuduğu bir
kumaş vardı. Kıldan yapılır; astar koymazsan, giydiğinde her tarafını yakardı. Pırpıt giyen
halk lacivert kumaştan yapılmış
elbise giymeye başladı.” 1956’da, böyle bir ortamda okulunu birincilikle bitiren Aytaç,
Balıkesir Necatibey Eğitim Enstitüsü
imtihanlarına başvurur. Burada da iki yıl okuduktan sonra, heyecanlı bir bekleyiş için
Ankara’nın yolunu tutar: “350’ye yakın öğretmen
kura çekmek için toplanmıştık. Çektim kurayı verdim
bakanlık mensubuna. ‘
Hakkâri Lisesi’ dedi. Ve salon olduğu gibi ayağa laktı ‘Yaşa, varol’ diye. Beni tanıyan kimse yoktu. Ancak anladım ki o 350 kişi içinde tek Hakkâri kurası vardı, onu da ben çektim. Herkes ‘Artık bize çıkmayacak diye sevinçlerinden alkışlıyor.’ Ve tabii o tarihlerdeki Hakkâri alkışlanmaya değer bir Hakkâri idi.”
Aysal Aytaç, elinde bir
tahta bavulla Uşak Ulubey’den yola çıkar. Uşak’tan
posta treni ile Ankara’ya gider. Burada Muş trenini iki gün bekledikten sonra iki günde de Muş’a ulaşır. Ancak oradan Van’a giden tek
otobüs firması vardır. Dolayısıyla ilk binenler yer bulabildiği için o
akşamı Muş’ta otelde kalarak geçirir. Oradan bir kamyonla
Tatvan’a ulaşır. Ekspres’e denk gelmediği için bir akşam da Tatvan’da ikamet eder. Artık Van’a ulaşmıştır. Van’dan otobüs yoktur Hakkâri’ye. Tek çare kamyonlardan birine binmektir. Aytaç, tuz çuvalı yüklü bir kamyonun üzerinde Hakkâri’ye doğru yola çıkar. Ancak o zamanlar kamyonlar gece yol almaktadır. Çünkü kamyonların Zap Vadisi’nde aşırı sıcak yüzünden su kaynatma durumları söz konusudur. Hoşap, yani Tatlısu’da, Hakkâri’den gelen bir
araba ile karşılaşır: “Adamın kültürlü biri olduğu belli. Nereye gittiğimi sordu. Anlattım. Adam başladı ağlamaya. ‘Memleketine git limon sat, hademelik yap, oraya gitme’ dedi. Tabii bizim öyle bir seçeneğimiz yoktu.”
Aytaç, nihayet 1958’in 30
Ağustos’unda, tahta bavuluyla Hakkâri’ye ulaşır: “Şoför bana dedi ki, ‘Hoca, tuz çuvallarını indirene kadar dolaş. Küçük bir yer zaten. Döneceğim dersen beraber
döneriz.’ 1200 nüfusu vardı o zamanlar Hakkâri’nin.” Bütün bu zorluklara rağmen Hakkâri Lisesi’nin yerini sorar ve okula adım atar Aytaç. O zaman radyodan
anons edildiği ve Aysal da Aysel anlaşıldığı için bayan bir öğretmen beklemektedir müdür.
Aytaç, okula gittiği gün müdür anahtarları teslim eder ona. Çünkü yıllık izne çıkmak için anahtar verecek birisini beklemiştir: “Sen lise müdür vekili olacaksın’ dedi. ‘Ben hiçbir şey bilmem’ demeye kalmadan adam çekti gitti. Öğleden sonra elinde evraklarla birisi daha geldi. ‘Ben’ dedi ‘Millî Eğitim Müdürlüğü Başkatibi’yim. Siz aynı zamanda Millî Eğitim Müdür Vekili oldunuz’ dedi.” Böylece Aysal Aytaç’ın Hakkâri’de bir
efsane olarak anılacağı serüveni de başlamış oldu: “Fakat ben çok sevdim bu insanları. Bu insanları sevdiğiniz takdirde pek çok şeyi halledebileceksiniz. Hep böyle horlanmış, itilmiş, kakılmış onlar. Bunları tetkik ettim.”
Okul başladığında lise müdür başyardımcısı yapılan Aytaç, bakanlıktan gelen stajyer öğretmen başyardımcı olamaz yazısı üzerine aynı konumda vekil
tayin edilir.
YILMAZ ERDOĞAN’IN BABASINI ÇOK DÖVDÜM
Hakkâri halkıyla çok iyi
diyalog kuran Aytaç burada önemli dostlar da kazanır: “
Yılmaz Erdoğan’ın amcası
Adil de Çölemerik’te -Hakkâri’nin o zamanki adı- ilköğretimde öğretmen. Adil’le orada çok samimi olduk. Ve Adil ilk doğan oğluna benim ismimi verdi. Yılmaz Erdoğan’ın babası Nazım da benim öğrencim oldu lise bir ve ikide. Çok da yaramazdı, çok da dövdüm onu. Ama çok sevimliydi. Ağabeyinden kaynaklanan yakınlığımızdan dolayı ben ailenin bir mensubu gibiydim. Hepsi beni çok severlerdi. Onların aile yapısı şöyle idi. En büyükleri Adil’in annesi öldükten sonra babası ikinci hanımı, yani Nazım’ın annesini almış. Nazım ve
Namık ikiz kardeşti. Bunlardan biri doktor biri mühendis oldu. Namık,
Sağlık Bakanlığı’nda müfettişken öldürüldü. Ankara’da
Elmadağ yolunda ölü bulundu. Çok dürüst bir çocuktu Namık. Yılmaz Erdoğan’ın dedesi Nazmi Erdoğan nahiye müdürüydü. Yılmaz, espritüelliğini tamamen dedesinden almış. Nazım amca da çok severdi beni. Yılmaz Erdoğan’ın annesinin babası da çok espritüeldi. O da bir süre belediye başkanlığı yaptı. Yani Hakkârili insanların çoğu böyle çok espritüeldi.” Aysal Hoca, kısa zamanda öğrencileri tarafından sevilen birisi olup çıkar: “Onlar benim kendilerini sevdiğimi anladılar. Çok serttim, çok döverdim, ama kimseye zayıf vermezdim. Sene sonunda mutlaka herkesi sınıf geçirirdim. Ama öğreterek. Onlara ‘Okuyun mutlaka’ derdim. İlk seneyi böyle geçirdik. Beni çok sevmeye başladı insanlar.” Kaldığı üç senede, Aysal Hoca ile Hakkârililer arasında müthiş bir bağ kurulur: “Hakkâri tarihinde görülmüş değildi üç sene kalan. Üç yılın sonunda
veda edip ayrılırken, şimdi mübalağa olmasın, 1200 mevcutlu Hakkâri’nin 500’ü beni uğurladı. Onlar ağlıyorlar, ben ağlıyorum. Ve şu anda benim jenerasyonumda olanlara Aysal deyince hepsi dururlar. Esnafın isimlerini dükkân dükkân sayabilecek kadar çok sevdim onları.”
Lise yeni açıldığı için o dönemde yaş kaydına bakılmaksızın herkes liseye alındığından kendisinden büyük öğrencileri de olan Aytaç’ın bu süreçte yaşadığı sayısız hatırası vardır: “O tarihlerde ortaokul ve lise bitirmeler sözlü oluyordu. Ben tabii hepsinin
mezun olduğunu düşünerek diplomaları tanzim ettim. Bir öğrenciyi sözlü imtihan ediyoruz. Çocuğa ne sorduysam yanlış söylüyor. Komisyondakilere dedim ki ‘Bunu bana biraz verin.’ İçeri aldım, iki tokat vurdum. ‘Biz seni mezun ediyoruz, sen hâlâ şey yapıyorsun’ dedim. Sonra içeri girdik tekrar.
Çocuk oldu bülbül. Yani bizim o iki tokadı bekliyormuş herhalde.”
Bir öğrencisi ile yaşadığı hadiseden ders çıkararak, ondan sonraki eğitim hayatı boyunca sınıf huzurunda öğrencilerini rencide etmemeyi meslek prensibi edinen Aysal Hoca’nın, kendisinden üç yaş büyük Mehmet Burgu isimli talebesiyle ilgili bir hatırası da şöyledir: “O tarihlerde sınıf geçme yönetmeliklerinde çok değişiklik oldu. Öğretmenler kurulu isterse bütün derslerden öğrenciyi geçirebiliyordu. Mehmet Burgu ‘Hocam’ dedi ‘7 dersten kalmışım.’ ‘Mehmet oğlum çalışacaksın’ dedim. ‘Hocam vallahi çalışamam, kafam almıyor’ dedi. Bu 7 dersin 6’sını idare bike’ dedi. Yani idare et. ‘Yalnız cebirden kalacağım,
cevapları ezberlerim. Kurban olayım’ dedi. ‘Peki’ dedik ve Mehmet lise üçe geçti, sonra da liseyi bitirdi. Ben tabii pek çokları gibi Mehmet’i de takip ettim. Aradan 5-6 sene geçti. Hakkâri’den ayrıldım. 1964 veya 65’te Ankara’da
Kızılay’da bir
trafik polisi düdük çaldı ve dört taraftan geçen arabaları da durdurdu. Herkes bakıyor. Ben de bakıyorum. Bir ses ‘Aysal Hocam geeeç’ dedi. Böyle deyince beni Ankara’da kim tanır? Mütevazı bir okul müdürüyüm Uşak Karahallı’da. Doğru gittim polisin yanına, kimsin, nesin diye. Hocam ben Mehmet Burgu’ dedi.” Aysal Hoca’nın 7 dersten kalmak üzere olan talebesi polis akademisine girmiş, stajını yapmaktadır Kızılay’da. Daha sonra öğrencisini takip eden Aytaç, onun Muş Emniyet Müdür Muavini ve Eskişehir Bölge Trafik Müdürü olarak
emekli olduğunu öğrenir: “Bir dersten Mehmet’e bu imkânı sağlamış olmak olayı bitirdi. Sonra liseden ilk mezun olan 27 kişinin 21’i üniversiteye girdi. O bizim için çok büyük mutluluk oldu.”
Öğrencilerini hayatları boyunca takip eden Aytaç’ın o sene yetiştirdiği öğrencilerden Abdülhalit Özdinç Hakkâri Senatörü, Halil
Selçuk da
Türk Dil Kurumu’nda genel sekreter olmuştu sonraki yıllarda; doktorlar, özel idare müdürü vs. çıkanlar ayrı tabii.
Hakkâri, Aysal Hoca’nın hayatında artık önemli bir yer tutarken o da Hakkârililerin gönlünde ‘efsane’ bir isim olmuştu bu süreçte. 1961’de Hakkâri’den ayrılan Aytaç’ı görev yaptığı yerlerde Hakkârililer hep ziyaret eder. Aytaç, aradan yıllar geçtikten sonra, 1983’te, bu sefer eşi ve kızı ile Hakkâri’yi tekrar ziyarete gider: “Bana karşı büyük muhabbetleri var. Van’dan otobüsle Hakkâri’ye gittik. Otobüstekilerin ağabeyleri veya babalarını tanıyorum. Bizi evlerine davet ettiler. Ben dedim ki ‘Adil Erdoğan beni perişan eder.’ Adil’in evine gittik. Adil’in hanımı olduğunu sonradan öğrendiğim bir hanım açtı kapıyı. ‘Büyük oğlunuzun ismi ne?’ dedim. ‘Aysal’ dedi. ‘Nereden buldunuz o ismi?’ dedim. Dedi ki ‘Kocamın Aysal diye bir öğretmen arkadaşı vardı. Onun adı bu.’ ‘O Aysal benim’ dedim.”
HAKKÂRİ ZİYARETİ MİT’İ BİLE ŞAŞIRTTI
Adil Erdoğan, yıllar sonra dostunu karşısında görünce çok sevinir. İki arkadaş hasret giderir. Gece gelmesinler diye bilerek geç saatte öğrencilerini arayıp haber veren Aytaç, sabahleyin en az yüz Hakkârilinin kapıya dikilmesiyle uyanır: “Göreceksiniz o sevgi ve muhabbeti. Onlar ağlıyor ben ağlıyorum. 25 sene sonra ilk defa karşılaşıyorum. Onlar çok hor ve hakir görülmüşler. Bu ilginin sebebi, insanlara insan muamelesi yapmak ve affedici olmak. Ben bunu Rabbim’in lütfu olarak görüyorum.” Aytaç, peşinde yüz Hakkârili ile çıkmak durumunda kalır sokağa. Hakkâri’de kaldığı iki gündeki hareketlilik MİT’in gözünden de kaçmaz: “MİT
bölge sorumlusu geldi bana ‘Hocam sen in misin cin misin?’ dedi, ‘Hakkâri’de hayatı durdurdun.”
Adil Erdoğan başta olmak üzere Hakkârililer, evlerindeki en kıymetli hediyelerini Aysal Aytaç’a getirip takdim eder ve önde-arkada 20 araba eşliğinde şehir dışına kadar eşlik ettikleri misafirlerini bir taksiyle Van’a uğurlarlar: “1960’larda çok söylediler ‘Gel kal burada. Hakkâri’den evlendirelim seni. Ama benim Ankara’da hukuk fakültesine kaydolmak gibi bir niyetim vardı.”
27 Mayıs 1960 darbesine Hakkâri’de yakalanan Aysal Hoca, gün CHP’nin olduğu için ağabey, amca dediği DP’lilerden yüz bulamaz bu dönemde: “DP İl Başkanı Fuat Amca vardı. İki yakasından tuttum, ‘Selam vereceğim almıyorsun’ dedim. ‘Oğlum. Biz sakıt olduk. Selamlaştığımızı görürlerse sana zarar verirler’ dedi.”
1961’de
Polatlı Ortaokulu’na tayin olan Aytaç, buraya yerleşip, hukuk fakültesine de
kayıt yaptırır. Ancak, bir memur olarak aldığı maaşın Ankara’ya gidip gelmekte yeterli olmayacağına karar vererek, okulu bırakıp askerlik vazifesini aradan çıkarmayı düşünür. 1961-63 yılları arasında, 6 ayı yedek
subay okulunda, bir yılı as
teğmen, 6 ayı da teğmen olmak üzere
Edirne’de yapar askerliğini. Oldukça maceralı bir dönemden sonra, Uşak’ın Karahallı ilçesinin bir köyünde
öğretmenlik yapan Aytaç, Kamil Kutluay’ın kızı
Nesrin Hanım’la hayatını birleştirir: “İhtilalden sonra demokratik hayata geçtikten sonra il genel meclis toplanıyor. 12 il genel meclisi üyesinin 9’u AP’li. İçlerinde en tahsillisi kayınpeder. O da orta birinci sınıftan terk. CHP’li
Vali Musa Eren, ‘Beyler 4 yıl beraber çalışacağız. Beni tanıyın. İki şeyden nefret ederim. Birincisi ‘Beni buraya halk gönderdi. Halk, oy lafını eden politikacıdan nefret ederim. İkincisi
kanun, yönetmelik, bakanlık emirlerinin kıyısından köşesinden yollar bularak bunları halk lehine yorumlayanlardan nefret ederim’ diyor. Kayınpeder de müthiş medeni cesareti olan biri. Kalkıyor ‘Sayın valim. Ben sizi öğrendim. Şimdi siz de beni öğrenin’ diyor, ‘İki şeyden nefret ederim. Bir, millî iradeyi hiçe sayan, millî iradeye saygı duymayan bürokrattan nefret ederim. İkincisi kanunu, yönetmeliği, bakanlık emirlerini dar kalıplar içine sıkıştırıp vatandaş lehine
hizmet üretmeyen bürokrattan da nefret ederim.’ Bunu duyan diğer DP’li il genel meclis üyeleri de başlıyor alkışlamaya ve aynen Kamil Bey’e katıldıklarını ifade ediyorlar. Kayınpeder valiyi ondan sonra hiç rahat bırakmıyor.” Kamil Bey, Uşak’taki tek kitapçıya tembihliyor ve valinin satın aldığı kitaplardan birer tane de kendisi istiyor. Konuşmalarında o kitaplardan istediği pasajları kullanan valiye, kitaplardaki sözlerin devamını hatırlatarak valiye adeta kök söktürüyor.
Önder, Ali Özgür ve Afra isimlerinde çocukları olan Aysal Hoca eş durumundan Karahallı Ortaokulu’nda öğretmenliğe devam eder. Orhan Dengiz’in
Milli Eğitim Bakanı olması sonucu, DP Uşak teşkilatınca artık çok iyi tanınan kayınpederinin ağırlığı sayesinde 1966 yılında,
İzmir Alsancak Ortaokulu’na müdür tayin edilir. Aytaç, bu tarihte 29 yaşında
genç ve idealist bir eğitimcidir.
GÜLEN’E YARIM SAAT İÇİN GİTTİ; AMA…
Aysal Hoca, zaten maneviyat ağırlıklı bir ailede yetişmesine rağmen bundan sonra tanışacağı bir kişi sayesinde hayatında önemli değişiklikler olur. 1967 yılında, günlük eğitim faaliyetlerini sürdürürken İzmir’de baharatçılık yapan Alaattin Gıdak isimli bir zat, ‘Seni bir hocaefendi ile tanıştıracağım’ diyerek kendisini sık sık ziyaret eder: “Alaattin kardeşim müsait değilim, 3-4 gün sonra gel’ diyorum. Adam 3-4 gün sonra tekrar geliyor. ‘Alaattin Bey üzerime gelme. Bak ben müsait değilim’ diyorum. O da ‘Ne zaman geleyim?’ diyor. Bir, iki, üç, beş, artık usandım. En son dedim ‘15 gün sonra gel.’ Adam 15 gün sonra geliyor. Ve dedim ki ‘Kardeşim kimdir bu adam. Yani bu kadar ilgi...’ ‘
Fethullah Gülen’ dedi. ‘Tahsil durumu ne?’ dedim. ‘
İlkokul mezunu’ dedi. ‘Ne iş yapıyor?’ ‘
Kestanepazarı Camii’nde imamlık yapıyor.’ ‘E kardeşim tamam işte’ dedim ilkokul mezunu sıradan bir imamla tanıştırıyorsun beni.’ ‘Ya olsun’ dedi, ‘sen bir defa tanış.’
Hocaefendi ile tanışmamın sebebi Alaattin Bey’i memnun etmek içindi. ‘Hay hay’ dedim, ‘Yalnız bak yarım saat için. Yarım saati bir dakika geçirirsen bir daha seninle bir yere gitmem.’ ‘Tamam’ dedi. Hocaefendi İzmir’de Güzelyalı’da bir apartmanın zemin katında oturuyor o tarihlerde. Beni kabul ettiği yer orası idi.
Hacı Kemal Ağabey de vardı orada.”
Aysal Aytaç orada ilk defa
Fethullah Gülen Hocaefendi’yi dinleme imkânı bulur: “Gittik oturduk. 20 dakika sonra Alaattin Bey, Hocaefendi’nin arkasına geçti. Bana ‘10 dakika kaldı, 7 dakika, 5 dakika kaldı’ diyor. ‘Tamam’ dedim. İki buçuk saat sürdü bizim sohbetimiz. İki buçuk saat sonra, ona karşı büyük muhabbet duyan, onu çok seven ve sayan bir insan olarak Rabbim beni ayağa kaldırdı. Karşılıklı büyük bir muhabbet başladı aramızda. Tabii aklımızda olan her şeyi Hocaefendi’ye soruyoruz. Hocaefendi de bunlara büyük bir nezaketle cevap veriyor... Artık bana ekstra bir şey gösteriliyordu.”
Aytaç, üç sene Alsancak Ortaokulu Müdürlüğü’nden sonra
Bornova Sıtkı Koyuncuoğlu Lisesi Müdürü olur. 1969’da başlayan görevi dokuz yıl sürer. İzmir’de görev yaptığı bu süre içerisinde epey bir çevre edinir. 1977 senesine gelindiğinde İzmir’e Millî Eğitim Müdürü olmayı kafasına koyar. O yıl
Nahit Menteşe, Adalet Partisi’nden Millî Eğitim Bakanı olmuştur. Nahit Menteşe’nin ağabeyi, İzmir’de müteahhitlik yapan Orhan Menteşe’nin, Alsancak Ortaokulu’nda okul aile birliğinde bulunmuş, 9. ve 10. dönem DP İzmir milletvekilliği yapmış kayınpederi Pertev Arat’ı aracı yapar. Aytaç, kendisinden başka 23-25
aday arasından İzmir Millî Eğitim Müdürlüğü koltuğuna oturur.
O sıralarda
İhsan Alyanak gibi ideolojik düşüncelere sahip bir belediye başkanının bulunduğu İzmir’e Necdet Calp da vali atanır. Calp’ın ilk işi, kendisine karşı doldurulduğu Aysal Aytaç’ı görevden almak olur: “Belediye başkanı, vali olarak ilk geldiğinde Calp’a benim hayat hikâyemi anlattı. Ve orada dediler ki ona, yapacağınız ilk iş burada yobaz bir millî eğitim müdürü var, onu görevden alacaksınız.” Calp, zaten ilk tanışma merasiminde niyetini belli eder. Buna rağmen, vali olarak İzmir’e geldiğinde
tebrik için Calp’ı ziyarete gidenlerin başında bulunan Aytaç, onunla bir görüşme yapar: “Ben meslek hayatımın 20. yılında İzmir’e millî eğitim müdürü oldum’ dedim, ‘
Fakir bir aileden geliyorum. Hâlâ babamın-annemin oturduğu evin çatısı yoktur. Hakkımda çok şeyler söyleyebilir, ama istirham ediyorum beni dinlemeden lütfen karar vermeyin. Yine istediğinizi yapın; ama beni de dinleyin, taraf olarak.’ Vali çok sevecen davrandı. Dedi ki ‘Çok sıkıntılı bir devrede müdür olmuşsun. Sizi savunabilmem için tanımam lâzım.’ ‘Efendim beni savunmayın. Dinleyin sadece’ dedim. Sanki biz öyle demeyip, hemen yarın görevden al demişiz.”
Ertesi sabah, her gün daireye gelmeden rastgele 3-4 okul ziyaret eden Aysal Aytaç’ın, elinde paltosu ile çekilmiş, bir nevi veda anlamı taşıyan bir fotoğrafı basılır Yeni Asır gazetesinde. Aysal Hoca, böylece Millî Eğitim Müdürlüğü görevinden alınıp Kestelli Ortaokulu’na öğretmen yapılır: “Calp ‘Görevden alındınız’ dedi. ‘Hayırlısı olsun sayın valim’ dedim ‘Keşke beni görevden almasaydınız.’ ‘Ben yeni gelmişim, siyasi
iktidar yeni bir değerlendirme yapacaktır’ dedi o da. Ben de beş milletvekili yer değiştirdi, hükümet gidiyor. Beni görevden almasaydınız yarın siz de görevden gitmezdiniz’ dedim.” Bu arada beş milletvekilliği için yapılan ara seçimde Ecevit kaybedince, bunu kendisine karşı bir güvensizlik addedip
istifa eder. Yerine Süleyman
Demirel’in başkanlığında ikinci MC hükümeti kurulur. Aytaç da 21 ay sonra 30
Kasım 1979’da tekrar eski görevine döner. Böylece Calp’a daha önce söyledikleri gerçekleşir.
EVİ, ARABASI VE İŞYERİ 3 KEZ BOMBALANDI
Aytaç, Millî Eğitim Müdürlüğü görevi sırasında üç büyük hadise atlatır: “O devir ideolojik bir devirdi. Ne kadar
TİKKO’cu, Dev-Genç’li işte değişik ideolojiler içerisinde öğretmen menşeli insan varsa İzmir’e tayin olmuştu. Göreve başladıktan sonra evim bombalandı.
Kapı, pencere olduğu gibi aşağı indi. Biz de bizi seven, saydığımız insanlara sorduk, ‘Tamam mı devam mı?’ dedik. Ben öyle çok cesur bir adam değilimdir. ‘Devam’ denildi.”
Aysal Hoca’yı yıldırma faaliyetleri hayatı pahasına devam eder. İkinci hadise, bundan bir ay sonra gerçekleşir: “Arabam bombalandı. Bir arabanın insana veda ettiğini ben orada gördüm. Kablolar birbirine bağlanınca, dokununca müthiş ve uzun bir korna sesi çıktı. Aşağıya bakamadık korkumuzdan. Çünkü evimin etrafındaki dükkânlar, ne kadar TİKKO’cu, Dev- Genç’li solcu varsa onlar tarafından tutulmuştu. Kimisi
berber, kimisi karpuzcu vs. Bunu istihbarat da biliyordu.” Çok ciddi bir tazyik ve sıkıntı altında olduğu için ailesi ve kendisine yedi koruma polisi verilir.
Çevresindekiler resmî araba yerine her gün ayrı bir özel araba ile işe gidip gelmesini söyler ona: “Ancak o tarihlerde buna imkân yoktu. Dört
sivil araba bulabildiler.
Cuma hariç o arabalarla ve değişik yollardan geçerek daireye geliyordum. Bir de ilçelere gid
erken ‘Kemalpaşa’ya gidiyorum’ der
Bergama’ya giderdim.”
Bombalamalar bitmedi... Ev, araba derken sırada makam odası vardır: “
Sabah erken saatte iki genç Millî Eğitim Müdürlüğü makamının altına tahrip gücü çok yüksek bombayı yerleştirdi. Patlama olunca
beton, iki buçuk cm aşağıya inmiş; her şey tuz-buz olmuş. Ben her seferinde ‘Tamam mı, devam mı?’ diyorum. ‘Devam’ deniliyor ve bol bol Ayetel Kürsi okumam
tavsiye ediliyordu. Hakikaten çok fazla okuyordum ve öyle gidiyordum işe. Ve
Allah öyle bir gayret ve heyecan veriyordu ki, sanki bütün İzmir yıkılsa ben ayakta kalacağım diye düşünüyordum. Onun için de yılmadan devam ettim öyle.” Görevini yaparken bu sefer de 12
Eylül olmuştur.
Askerî idare, Aytaç’ın yanına
Cengiz İdil isimli bir tuğgeneral verir. Paşa ile birlikte bir sene göreve böyle devam eder: “Paşa bir gün sabahleyin geldi. ‘Aysal Bey’ dedi ‘Çok şikâyet var hakkınızda.’ Dosyanın içerisinde dilekçeler olduğunu söyledi. ‘Ne kadar Paşam? Bin, 2 bin, 4 bin?’ diye sordum. ‘Yok’ dedi. Dedim ‘15 bin öğretmen var İzmir’de. Ona göre söyleyin.’ ‘117 dilekçe var’ dedi. ‘O 117 dilekçeye göre hüküm verecekseniz, demek 15 bin öğretmenden 117’si hariç, diğerleri benden memnun. O zaman benim görevde kalmam lâzım.
Ordu bizim ordumuzdur. Ama bu mesleğin mensubu biziz’ dedim.” Üç gün sonra valilik çağırır ve görevi bir paşaya devretmesi istenir ondan. Aysal Hoca, orada personeline duygusal bir konuşma yapar: “İmkânım el verse hepinizin altından heykelini yaptırırdım. Çünkü siz çok sıkıntılı bir devrede vazife yaptınız. Devlete kızgınlık ve kırgınlık olmaz. Sizler vazifeye devam edeceksiniz’ dedim. Ben böyle konuşunca emekli paşa da bir konuşma yaptı ve sonra bana dedi ki ‘Koğuşu bir gezsek.’ ‘Burada koğuş olmaz’ dedim. ‘Siz kendiniz gezin’ dedim. ‘Sonra ‘Ne kadar erat var burada’ dedi. Anlattım bunları
Süleyman Demirel’e. O da epey güldü.”
KÜNEFE YERİNE HAPİS YEDİ!
Kız Lisesi’ne öğretmen tayin edilen Aytaç’ın döneminde göreve başlayan öğretmenler görevlerinden alınmaya başlanır. Aysal Hoca, onlara morallerini bozmamalarını söyler. Onlara moral vermesi de rahatsızlık uyandırır. Ve İzmir’le irtibatı olmasın diye 1981’in eylül ayında Denizli’ye tayin edilir: “Ben
soruşturma geçirmedim. Eşim burada. Ya beni eşimin yanına, ya eşimi de Denizli’ye verin. Bu zulümdür’ dedim.” Denizli’ye gönderdiklerinde de en ücra köşesine tayin etmek isterler onu. Ancak Denizli’deki aklıselim sahibi Millî Eğitim Müdürü’nün ‘Madem bu kadar kötü bir adam. Gözümüzün önünde olsun’ demesiyle
İmam Hatip Lisesi’ne öğretmen olarak verilir. 7 ay bu şartlarda çalıştıktan sonra
Manisa’ya alınır. İzmir’den, günübirlik Manisa
Atatürk Ortaokulu’na gidip gelmektedir.
Bu arada, onun Fethullah
Gülen Hocaefendi ile tanışmasını sağlayan Alaattin Gıdak, bir arkadaşlarının yeni ev aldığını, dolayısıyla künefe yemeye gideceklerini, kendisinin de onlara dâhil olmasını ister: “Gittik, bir eve girdik. İçeride Mehmet Özyurt var, Bornova’daki camiin imamı. Elinde hadis kitabı onu açmış okuyor. İçeride 3-4 kişi daha var. Biz de girdik içeriye. Daha tanışmadık, kim nedir diye. Üç kişi ellerinde Thomson silahlarla içeriye girdi. ‘Kımıldamayın, yere yatın’ dediler.”
Aksiyon